|
|
|
|
|
|
Duyurular |
AKIL IÇIN YOL BIRDIR
(THERE IS but ONE WAY for REASON) (linkleri SAG TIKLAYIN lütfen)
Sn.Soner YALÇIN'dan dikkate deÄŸer bir yazı: Edebiyatla AhmaklaÅŸtırma https://www.sozcu.com.tr/ 2021/yazarlar/soner-yalcin /edebiyatla-ahmaklastirma -6335565/
Önerdigimiz sayfalar: M. SAID ÇEKMEG?L anisina
|
|
|
|
Anasayfa Çeviriler Genel GLASGOW'LU ADAM (*)
|
Yazar W. Somerset MAUGHAM - M. Selami ÇEKMEGİL
|
21-08-2005 |
W. Somerset MAUGHAM’dan GLASGOW'LU ADAM
Çeviren, : M. Selami ÇEKMEGÄ°L
Bir kimsenin büyük bir ÅŸehre ilk defa girerken, Shelley’in Napoli’ye geldiÄŸi zamanki gibi dikkatini çeken bir olaya ÅŸahit olmuÅŸ olması ihtimali pek yoktur. Dükkanın birinden, bıçaklı bir adamın kovaladığı gençten biri koÅŸarak kaçtı. Adam yetiÅŸti ve boynuna indirdiÄŸi bir darbe ile onu cansız yola uzattı. Shelley’in hassas bir kalbi vardı. Bu olaya mahallin bir özelliÄŸi olarak bakmadı. DehÅŸet ve hiddete kapıldı. Fakat bu heyecanını birlikte seyahat ettiÄŸi, güçlü ve iri yapılı Kalabrian bir papaza
söylediÄŸi zaman, papaz katıla katıla güldü ve onunla dalga geçmeye teÅŸebbüse yeltendi. Shelley, herhangi bir kimseyi dövmeyi bu kadar istediÄŸini hiç hatırlamadığını söyledi. Bunun kadar heyecanlı bir ÅŸey hiç görmemiÅŸtim ama, Algeciras’a[1] ilk defa gittiÄŸim zaman bana çok olaÄŸan dışı gözüken bir olay yaÅŸadım. Algeciras o zamanlar ihmal edilmiÅŸ düzensiz bir kasaba idi. Gece birazca geç vardım ve rıhtımda bir otele gittim. Biraz pejmürde idiperiÅŸandı ama, saÄŸlam ve samimi bir havası ve koydan karşıya, Cebelitarık’a çok güzel bir manzarası vardı.Dolunaydı Gece dolunaydı. Büro birinci katta idi; oda isteyince, pasaklı bir kadın beni yukarı kata çıkardı. Otel sahibi kağıt oynuyordu. Beni gördüÄŸüne biraz memnun gözüktü. Yukarıdan aÅŸağıya beni süzdü ve daha fazla aldırmadan bir oda numarası verip oyununa devam etti. Bayan odamı gösterdiÄŸinde ona, ne yiyebileceÄŸimi sordum. “Ne istersin” diye cevap verdi. Bolluk gösterisinin gerçek olmadığını çok iyi biliyordum. “Neler var?” “Domuz pastırmalı yumurta yiyebilirsiniz” Otelin görünüÅŸü zaten bundan daha iyisinin olamayacağını gösteriyordu. Hizmetçi bayan beni, beyaz badanalı, tavanı alçak, içinde ertesi günkü öÄŸlen yemeÄŸi için hazırlanmış uzun bir masa olan dar bir odaya götürdü. Sırtı kapıya dönük uzun boylu bir adam oturmuÅŸ, mangalın üzerine adeta yumulmuÅŸtu. Yuvarlak prinç mangal dolusu közün -yanılgılı olarak- Endülüs’ün ılıman kışında yeterli sıcaklığı saÄŸlayacağı -yanılgılı olarak- düÅŸünülmüÅŸtü. Masaya oturdum ve yetersiz yemeÄŸimi bekledim. Oturan adama ÅŸöyle bir göz attım. Bana bakıyordu, ama göz göz-göze gelince hemen başını çevirdi. Yumurtamı bekledim ve nihayet bayan yemeÄŸi getirince, adam kafasını yine kaldırdı ve; “Beni, ilk gemi için, vaktinde uyandırmanızı istiyorum” dedi, kadına. “Si, senior” AksanıAdamın aksanı, Ä°ngilizce’nin ana dili olduÄŸunu gösteriyordu. Gövdesinin geniÅŸliÄŸi, göze çarpan diÄŸer özellikleri kuzeyli olduÄŸunu düÅŸündürdüdüÅŸündürüyordu. Dayanıklı Ä°skoçlar, Ä°spanya’da Ä°ngiliz’lerden daha fazla bulunur. Ä°ster Rio Tinto’ya veya Verez’in Bodegaslarına, Ä°ster Seville’e veya Cadiz’e gidin iÅŸittiÄŸiniz, Tweed’in[2] ötesinde Ä°skoç muhabbetidir. Carmona’nın zeytin tarlalarında, Algeciras ve Bodilla arasındaki trenlerde ve hatta Merida’nın uzak mantar ormanlarında Ä°skoçlara rastlarsınız. YemeÄŸi bitirdim ve köz dolu mangala doÄŸru gittim. Kış ortasıydı. Ve koydan esen rüzgar kanımı dondurmuÅŸtudonduruyordu. Ben sandalyemi yaklaÅŸtırırken o adam kendininkini geriye iterek uzaklaÅŸtı. “Gitme” dedim, “iki kiÅŸiye yetecek kadar yer var”. Bir puro yaktım ve ona da bir tane uzattım. Ä°spanya’da, Cebelitarık’tan bir “Havana” hiçbir zaman reddedilmez. Elini uzatıp, “alsam fena olmaz” dedi. Onda, Glasgow’un müzikli konuÅŸmasını hemen tanıdım. Fakat bu yabancı pek konuÅŸkan deÄŸildi. Bütün konuÅŸma gayretlerim onun tek heceli kelimeleri önünde karşısında boÅŸa çıktı. Sessizlik içinde tüttürdük purolarımızı. GeniÅŸ omuzları, biçimsiz kol ve bacakları ile zannettiÄŸimden iri idi. Yüzü güneÅŸ yanığı, saçı kısa ve kırlaÅŸmış, ; ağız, burun ve kulaklar büyük ve hantal, cildi çok kırışmıştı. Mavi gözleri solgundu. Devamlı, biri birine karışmış kırlaÅŸan bıyıklarını çekiÅŸtiriyordu. Biraz rahatsız edici bulduÄŸum sinirli bir davranıştı, bu... Bana baktığını hissettim. Bakışındaki yoÄŸunluk sıkıcı bir hal aldı. Daha önce olduÄŸu gibi gözlerini indirsin diye yüzüne ÅŸöyle bir baktım.Gerçekten bir an için indirdi ama, hemen sonra tekrar kaldırdı. Uzun ve kalın kaÅŸlarının altından beni inceliyordu. “Cebelitarık’tan yeni mi geldiniz” diye sordu. “Evet...” “Ben yarın gidiyorum, evime dönüyorum; çok ÅŸükür...” Son iki kelimeyi öyle vurgulu söyledi ki, tebessüm ettim. “Ä°spanyayı sevmiyor musun?” “Hayır, Ä°spanya’ya diyeceÄŸim yok...” “Burada çok uzun mu kaldınız?” “Çok uzun, çook...” Bir nevi soluma vardı konuÅŸmasında. Rasgele sorularımın onda uyandırdığı heyecan ÅŸaşırttı beni. AyaÄŸa fırladı ve ileri geri yürüdü. Kafese kapatılmış bir canavar gibi, yolu üzerinde duran sandalyeyi yana itip, ayaklarını vurarak ileri geri dolaÅŸtı ve o kelimeleri devamlı tekrar etti. “Çok uzun; çoook..” Sükunetle oturdum. Sıkılmıştım. Rahat görünmek için, közleri üste çıkarmak üzere mangalı karıştırdım. Ansızın durdu. Sanki hareketim, mevcudiyetime dikkatini çekmiÅŸ gibi yanımda dikeldi ve sonra bütün ağırlığıyla sandalyesine oturdu. “Sizce ben tuhaf mıyım?” diye sordu. Gülümsedim; “çoklarından daha fazla deÄŸil.” “Bende tuhaf bir ÅŸey görmüyorsun yani?...” Söylerken daha iyi görebileyim diye öne doÄŸru eÄŸildi. “Hayır...” “Görseydin söylerdin, deÄŸil mi?” “Söylerdim” Bütün bunların ne manaya geldiÄŸini tam anlayamadım. SarhoÅŸ olup olmadığını merak ettim. Ä°ki üç dakika hiçbir ÅŸey söylemedi ve sessizliÄŸini bozmak istemedim. Aniden, “adınız ne?” diye sordu; söyledim. “Benimki Robert Morrison” “Ä°skoç?” “Glasgow; y. Yıllardır bu lanetli ülkedeyim. Biraz tütünün var mı?” Bir tutam verdim, piposunu doldurdu. Bir köz parçasıyla yaktı. “Daha fazla kalamam, çok uzun kaldım; çoook” Tekrar ayaÄŸa kalkıp aÅŸağı yukarı yürümek için bir dürtü hissettiyse de, sandalyesine sarılıp buna direndi. Sarf ettiÄŸi gayreti yüzünde görüyordum. HuzursuzluÄŸunu kronik alkolizme hamlettim. SarhoÅŸları sıkıcı bulurum. Ä°lk fırsatta yataÄŸa sıvışmaya karar verdim. “Åžimdiye kadar burada bir zeytinliÄŸi yönetmekteydim” diye devam etti. “Burada, Glasgow ve Güney Ä°spanya Zeytinyağı Limited Åžirketinde çalışmaktaydım.” “Haa, evet” “Biliyor musun, yağı rafine etmek için yeni bir yöntem geliÅŸtirdik. Düzgün uygulanınca Ä°spanyol yağının tamamı Lucca kadar güzel oluyor. Daha ucuza satabiliyoruz.” Kuru, gerçekçi bir iÅŸ adamı tarzıyla konuÅŸtu. Kelimelerini bir Ä°skoç dikkatliliÄŸiyle seçti. Tam anlamıyla ayık gözüktü. “Biliyor musun, Eciya, zeytin ticaretinin merkezi sayılır. Orada iÅŸe nezaret eden bir Ä°spanyolumuz vardı. Bizi saÄŸdan soldan yolduÄŸunu görünce kovmak zorunda kaldım. Seville’de otururdum. Orası yaÄŸ yüklemeye daha elveriÅŸli idi. Buna raÄŸmen Eciya’da güvenilir bir adam bulamayacağımı anlayınca geçen yıl kendim oraya gittim. Orayı bilir misin?” “Hayır” Firmanın, San Lorenzo köyünün hemen eteÄŸinde, Kasabadan kasabadan iki mil uzakta büyük bir tesisi var. Üzerinde çok hoÅŸ ta bir ev mevcut. Bir tepenin üzerinde, tamamen beyaz, çatısında tünemiÅŸ bir çift leylek bulunan oldukça hoÅŸ görüntülü bir ev. Orada kimse oturmuyordu. Orda oturursam, kasabada kira ödemekten kurtulurum diye düÅŸündüm. “Biraz ıssız olmalı” “Öyleydi.” Robert Morrison bir iki dakika kadar sessizce pürosunu içmeye devam etti. Bana söylediklerinde önemli bir husus olup olmadığını merak ettim. Saatime baktım. Keskince, “aceleniz mi var?” diye sordu. “Yoo, geç oluyor da...” “Eeee, nolmuÅŸ yani?” Konuya dönerek “sanırım çok kimse görmedin” dedim. “Çok deÄŸil; orada bana bakan yaÅŸlı bir adam ve karısı ile kaldım. Ve bazen aÅŸağıya, köye iner, eczacı Fernandez ve bir iki kiÅŸiyle Tressilo oynardım. Bazen atış yapar, bazen ata binerdim. “Bana pek öyle kötü bir hayat gibi gelmiyor.” “Geçen ilkbahar iki yılımı doldurdum. Tanrım, o Mayıstaki gibi bir sıcaÄŸa daha önce hiç rastlamamıştım. Kimse hiçbir iÅŸ yapamadı. Ä°ÅŸçiler sadece gölgede uzanıp uyudular. Koyunlar öldü, ve bazı hayvanlar kudurdu. Öküzler bile çalışamadı. Etrafta sırtları hep çıkık halde durdular ve solumaya çalıştılar. Lanetli GüneÅŸ güneÅŸ yeri kavurdu; parıltı dehÅŸetti. Gözlerinizin yerilerinden fırlayacağını hissediyordunuz. Toprak çatlak ve kesekli hale geldi. Ve mahsul kurudu. Zeytinler harap oldu. Kısaca cehennemdi. Kimse doÄŸru dürüst uyuyamıyordu. Bir soluk almak için odadan odaya gittim. Tabii, pencereleri kapalı tuttum ve döÅŸemeleri suladım, ama hiç yararı olmadı. Geceler de gündüz gibi yanıyordu. Adeta fırında yaşıyor gibiydik. “Nihayet, normal havalarda rutubetli olduÄŸu için hiç kullanılmayan, evin kuzey tarafında alt kattaki bir odada benim için bir yatak yaptırmamın iyi olacağını düÅŸündüm. Her ÅŸeye raÄŸmen orada birkaç saat uyuyabileceÄŸim fikri uyandı. Hiç deÄŸilse denemeye deÄŸerdi. Fakat lanet olsun; o da iÅŸe yaramadı. Döndüm durdum. Yatağım öyle sıcaktı ki, dayanamadım. Kalktım. Verandaya açılan kapıları açtım ve dışarı yürüdüm. MuhteÅŸem bir geceydi. Ay, öylesine parlaktı ki, inanın ışığında kitap okuyabilirdiniz. Evin, bir tepenin üzerinde olduÄŸunu söylemiÅŸ miydim?.. Balkon duvarından eÄŸilerek zeytin aÄŸaçlarına baktım. Deniz gibiydi. Sanırım evimi düÅŸündüren o oldu. Çam aÄŸaçlarındaki serin esintiyi ve Glasgow’daki yolların hareketliliÄŸini hayalledim. Ä°ster inan, ister inanma; koklayabildim onları. Koklayabiliyordum denizi. Tanrım, o havanın bir saati için dünyada sahip olduÄŸum bütün paramı verirdim. Glasgow’da iklimin berbat olduÄŸunu söylerler; inanmayın. YaÄŸmurunu, gri göÄŸünü, o sarı denizini ve dalgalarını seviyorum ben. Ä°spanya’da, zeytin ülkesinin ortasında olduÄŸumu unuttum. Sanki sisli denizde nefes alıyor gibiydim. AÄŸzımı açtım ve derin bir nefes aldım. “Ve sonra, aniden bir ses duydum. Bu bir erkek sesiydi. Yüksek deÄŸildi, alçak bir sesti. SessizliÄŸin arasından süzülür gibi geldi. Neyse, neye benzediÄŸini bilmiyorum. Åžaşırttı beni. Bu saatte aÅŸağıda zeytinler arasında kim olabilirdi, düÅŸünemedim. Gece yarısını geçmiÅŸti. Birinin gülüÅŸüydü bu. Komik türde bir gülüÅŸ. Sanırım kıkırdama derdiniz. Tepe yukarı tırmanır gibiydi; kopuk kopuk.” Morrison, nasıl tasvir edeceÄŸini bilemediÄŸi bir heyecanı anlatmak için kullandığı tuhaf kelimeleri nasıl algıladığımı görmek için bana baktı. “Yani, bir kovadan dökülen çakıllar gibi bu ses de fasılalı olarak yukarı doÄŸru zıp zıp tıkırdıyordu. EÄŸildim dikkatle baktım. Dolunayda neredeyse gündüz kadar aydınlıktı, ama bir ÅŸey gördüysem kör olayım. Ses durdu, ama ben, biri kıpırdarsa diye sesin geldiÄŸi yeri gözlemeye devam ettim. Bir dakika sonra yine baÅŸladı, ama daha yüksek bir sesle. Ona artık kıkırdama demezdiniz; tam bir kahakaha idi. Gecenin içinde çınladı sanki. Hizmetçileri uyandırmayışına hayret ettim. Sanki bir sarhoÅŸun nara atması gibiydi. “Kim var orda!..” diye bağırdım. “Aldığım tek cevap bir kahkaha gürlemesi oldu. Biraz sinirlendiÄŸimi söylemekte bir beis görmüyorum. AÅŸağıya inip ne olduÄŸunu anlamaya karar verir gibi oldum. SarhoÅŸ bir domuzun, gecenin ortasında, benim yerimdemekânımda, böyle huzuru bozmasına izin vermeyecektim. Sonra ansızın bir feryat... tanrım, sarsıldım. Sonra bağırtılar. Adam kalın ve derin bir sesle gülmüÅŸtü, ama bağırtısı boÄŸazı kesilen bir domuzun tiz çığlığı gibiydi. “Tanrım!..”diye bağırdım. Duvarın üzerinden atladım ve aÅŸağı, sese doÄŸru koÅŸtum. Birinin öldürülmekte olduÄŸunu sandım. Sonra bir sessizlik oldu ve sonra yırtıcı bir çığlık... Ondan sonra soluma ve inleme.. Neye benzediÄŸini söyleyim sana; tıpkı ölüm noktasında olan birinin sesi gibiydi.. Uzun bir inilti oldu ve sonra hiç bir ÅŸey; tam bir sessizlik. Oradan oraya koÅŸtum, kimseyi bulamadım. Sonunda tepeyi tırmandım ve tekrar odama döndüm. “O gece ne kadar uyuyabildiÄŸimi tahmin edebilirsiniz. Aydınlanır aydınlanmaz pencereden gürültünün geldiÄŸi istitkamette dışarı baktım. Zeytinler arasında, vadi içinde küçük beyaz bir ev görüp ÅŸaşırdım. O taraftaki arazi bize ait deÄŸildi. Ve ben oradan hiç geçmemiÅŸtim. Evin o tarafına hiç gitmemiÅŸtim. Bu sebeple o evi de daha önce hiç görmemiÅŸtim. Jose’a sordum. Bana, orada, çok önceleri, kardeÅŸi ve hizmetçisi ile bir delinin ikamet etmiÅŸ olduÄŸunu söyledi”. “Oo; mesele buymuÅŸ” dedim, “çok zevkli bir komÅŸu deÄŸil” Ä°skoç, çabucak eÄŸildi ve bileÄŸimi yakaladı. Yüzünü yüzüme yaklaÅŸtırdı. Gözleri dehÅŸetle başından fırlar gibiydi. “Deli, yirmi yıl önce ölmüÅŸ” diye fısıldadı. BileÄŸimi bıraktı, tekrar sandalyesinde soluyarak geriye yaslandı. “Eve indim ve her tarafını dolaÅŸtım. Pencereler demirli ve panjurlu, kapı kilitli idi. Vurdum kapıya; kapı kolunu zorladım ve zili çaldım. Zilin zırıltısını duydum ama, kimse gelmedi. Ä°ki katlı bir evdi. Yukarıya baktım, panjurlar sıkı sıkıya kapalı idi ve hiç bir yerde bir hayat belirtisi yoktu. “Peki evin durumu nasıldı?” diye sordum. “ÇürümüÅŸ; badanaları dökülmüÅŸ, kapılarda ve panjurlarda boya kalmamıştı. Çatının tuÄŸlalarından bazıları yerlere dağılmıştı. Sanki bir fırtına da uçmuÅŸlar gibi görünüyordu.” “Garip” dedim. “Arkadaşım eczacı Fernandez’e gittim. O da bana Jose gibi aynı hikayeyi anlattı. Onu hiç kimsenin görmediÄŸini söyledi. Genellikle, az çok komada yarı baygın; fakat zaman zaman keskin cinnet nöbetleri olurmuÅŸ. Ve o zamandan beri önce karnı yırtılırcasına güldükten sonra feryatları iÅŸitilirmiÅŸ. Ä°nsanları korkuturmuÅŸ. Kriz nöbetlerinden birinde ölmüÅŸ ve bakıcıları hemen evden tüymüÅŸler. O zamandan beri hiç kimse bu evde yaÅŸamayı göze alamamış. “Ne iÅŸitmiÅŸ olduÄŸumu Fernandez’e söylemedim. Bana güler diye düÅŸündüm. O geceyi ayakta geçirdim ve gözledim. Ama hiçbirÅŸey olmadı; bir ses çıkmadı. ÅžafaÄŸa kadar bekledim ve yattım.” “Sonradan da baÅŸka hiçbirÅŸey iÅŸitmedin mi?” “Bir ay iÅŸitmedim. Kuraklık devam etti ve ben arka tarafta kereste odasında uyumaya devam ettim. Bir gece bana, derin uykuda iken bir ÅŸeyler olur gibi oldu. Nasıl tasvir edeceÄŸimi tam bilmiyorum. Sanki biri beni ikaz etmek için dürtmüÅŸ gibi tuhaf bir his geldi. Hemen uyandım. Yatağımda uzandım. Sonra, daha önce de olduÄŸu gibi, sanki birisi eski bir nükteye gülüyormuÅŸ gibi uzun ve zayıf bir kıkırdama duydum. AÅŸağıda, uzakta vadiden gelmiÅŸti. Ses daha da arttı. Büyük bir kahkaha halini aldı. Yataktan fırladım; pencereye gittim. Bacaklarım titremeye baÅŸladı. Orada durmak ve gecenin içinde çınlayan kahkahaları dinlemek dehÅŸet vericiydi. Sonra bir duraksama oldu ve onu takiben acıdan kaynaklanan bir çığlık ve sonra bir hıçkırık sesi. Ä°nsana benzemiyordu. Ä°ÅŸkence edilen bir hayvan gibi algılayabilirdiniz, sanıyorum. Çok korktuÄŸumu söylememde beis yok. Ä°stemiÅŸ olsaydım dahi kıpırdayamazdım. Bir süre sonra sesler kesildi; ansızın deÄŸil, ama azar azar, kaybolup uzaklaÅŸarak... Kulaklarımı tam açtım, fakat bir ÅŸey duyamadım, tekrar sürünerek yatağıma döndüm ve yüzümü yataÄŸa gömdüm. “Fernandez’in, delinin nöbet krizlerinin fasılalarla geldiÄŸini söylemiÅŸ olduÄŸunu hatırladım. Geri kalan zamanda oldukça sakindi; kayıtsızdı demiÅŸti Fernandez. Cinnet nöbetlerinin düzenli gelip gelmediÄŸini merak ettim. Åžahit olduÄŸum iki krizin arasında ne kadar süre geçmiÅŸ olduÄŸunu hesap ettim. 28 gündü. Sonuca varmak uzun sürmedi; onun dizginlerini çözen ÅŸeyin dolunay olduÄŸu açıktı. Ben sinirli bir kimse deÄŸilim. Meselenin kökenine inmeye karar verdim. Takvimde müteakip dolunayın ne zaman olduÄŸuna baktım ve o gece gelince yatmadım. Tabancamı temizleyip doldurdum. Bir fener hazırladım ve beklemek üzere evimin duvarına oturdum. Tam manasıyla sakindim. GerçeÄŸi söylemeliyim ki, korku hissetmediÄŸim için memnundum. Bir parça rüzgar vardı ve çatı etrafında ıslık çalıyordu. Zeytin aÄŸaçlarının üzerinden, sahilde çakıl taÅŸları üzerinde hışırdayan dalgalar gibi hışırdıyordu. Ay, çukurdaki evin beyaz duvarları üzerinde parıldıyordu. NeÅŸeli idim. “Nihayet küçük bir ses duydum; bildiÄŸim sesti ve neredeyse gülüyordumdüm. Haklıydım; o gün dolunaydı ve kriz nöbeti saat gibi düzenli, gelmiÅŸti. Buraya kadar iyi idi. Duvar üzerinden zeytin bahçesine atladım ve eve doÄŸru koÅŸtum. Ben yaklaÅŸtıkça kıkırdamalar daha da yükseldi. Eve varınca yukarı doÄŸru baktım. Hiçbir yerde ışık yoktu. Kulağımı kapıya dayadım ve dinledim. Delinin kendinden geçercesine güldüÄŸünü iÅŸittim. Kapıyı yumrukladım, zile bastım; zil sesi hoÅŸuna gitmiÅŸ gözüktüolmalıydı; kahkaha attı. Tekrar kapıya vurdum, gülüÅŸü daha da arttı. Ben daha vurdukça o daha çok güldü. Avazım çıktığı kadar bağırdım. “Aç ÅŸu lanet kapıyı yoksa kıracağım!” Bir adım geriye çekildim ve bütün gücümle kapının mandalına bir tekme attım ve vücudumun bütün ağırlığıyla kapıya yüklendim. Çatırdadı. Sonra bütün gücümle yine yüklendim. Ve lanet ÅŸey parçalanıp açıldı.” “Tabancamı cebimden çıkardım ve diÄŸer elimle feneri tuttum. Kapı açılınca kahkaha daha da yükselmiÅŸti. Ä°çeri girdim; pis bir koku neredeyse beni yere yıkıyordu. DüÅŸünün ki, pencereler yirmi yıl açılmamıştı. Gürültü bir ölüyü diriltmeye yeterdi ama, bir süre nereden geldiÄŸini anlayamadım. Duvarlar sanki sesleri ileri geri yansıtıyordu. Yanımdaki bir kapıyı iterek açtım ve bir odaya geçtim. BoÅŸ ve beyazdı ve içinde bir tek mobilya yoktu. Ses daha da yükseldi. Takip ettim, bir diÄŸer odaya girdim. Ama orada da bir ÅŸeycik yoktu. Bir kapıyı açtım ve kendimi bir merdivenin dibinde buldum. Deli tepemde gülüyordu. Dikkatlice yukarı çıktım. Herhangi bir risk almıyordum. [HZ1] Basamakların tepesinde bir koridor vardı. Işığımı önde tutarak koridordan yürüdüm. Koridorun sonunda bir odaya vardım, durdum. Oradaydı. Sesle aramızda yalnızca ince bir kapı kalmıştı. “O sesi duymak korkunçtu. Ä°çim ürperdi. Titremeye baÅŸladığım için kendime lanet ettim. O hiç de bir insana benzemiyordu. Tanrım, neredeyse tabana kuvvet kaçacaktım. Kendimi kalmaya zorlamak için diÅŸlerimi sıktım. Fakat kendimde kapı kolunu çevirme cesaretini bulamadım. Sonra kahkaha bitti; sanki bıçakla birden kesildi derdiniz. Ve sonra bir aÄŸrı ızdırap iniltisi duydum. Bu sesi daha önce iÅŸitmemiÅŸtim; evime ulaÅŸamayacak kadar hafif bir iniltiydi. Ve ardından bir soluma: ‘“Ay!..”; Adamın Ä°spanyolca konuÅŸtuÄŸunu duydum. “Öldürüyorsun beni! Çek onu çek!.. Tanrım yardım et bana” Feryat ediyordu. VahÅŸiler ona iÅŸkence ediyorlardı. Savurarak kapıyı açtım ve içeri daldım. Rüzgarı Kapının rüzgarı Jaluzilerden jaluzilerden birini geriye itti ve Ay ay içeride öylesine parladı ki, fenerim sönük kaldı. Zavallı adamın iniltilerini kulaklarımda sizin konuÅŸmanız kadar net ve yakın duydum. Korkunçtu; inliyor, hıçkırıyordu. DehÅŸetli solumalardı. Kimse buna dayanamazdı. Ölüm noktasındaydı. Onun çatlak, tıkanık bağırtıları tam kulaklarımdaydı diyorum sana; -ve oda boÅŸtu.” Robert Morrison tekrar sandalyesine gömüldü. Katı dev adam garip bir ÅŸekilde bir stüdyodaki sıradan bir figuran görüntüsü almıştı. Ä°tseniz yığın halinde döÅŸemeye düÅŸerdi. “Sonra?.. “ dedim. Cebinden çok kirli bir mendil çıkardı ve alnını sildi. “Artık kuzeydeki o odada uyumak istemediÄŸimi hissettim. Bu sebepten sıcak olsun veya olmasın tekrar kendi konutuma taşındım. Ama, tam dört hafta sonra, sabah iki civarında o delinin kıkırdamasıyla uyandım. Neredeyse yanıbaşımda idi. O zaman sinirimin biraz sarsıldığını söylememde beis görmüyorum. Buna göre müteakip kriz geleceÄŸi zaman, yani, müteakip dolunayda, Fernandez’in gelmesini ve geceyi benle geçirmesini saÄŸladım. Ona hiçbir ÅŸey söylemedim. Sabah Gece ikiye kadar kart oynayarak uyanık tuttum. Ve iÅŸte yine o sesi iÅŸittim. Fernandez’e herhangi bir ÅŸey duyup duymadığını sordum. “Hayır” dedi. “Birisi gülüyor” dedim; “sen Sen sarhoÅŸsun be adam” dedi ve o da gülmeye baÅŸladı. Fazla ileri gitmiÅŸti artık.. “Kes sesini aptal!..” dedim. Kahkaha yükseldi de yükseldi. Bağırdım. Ellerimi kulaklarıma kapayarak duymamak istedim, ama, hiç fayda etmedi. Onu iÅŸittim, acısının feryadını duydum. Fernandez, deli olduÄŸumu zannetti; ama söylemeye cesaret etmediedemedi. Çünkü onu öldüreceÄŸimi biliyordu[HZ2] . Yatacağını söyledi. Sabahleyin baktım sıvışmış; yatağında uyunmamıştı. Benden ayrıldığı zaman kaçmıştı. “Ondan sonra Eciya’da duramadım. Oraya bir eleman koydum geri Seville döndüm. Kendimi orada güvende hissettim; ama zaman yaklaşınca korkmaya baÅŸladım. Tabii kendime, aptal olma dedim ama, biliyor musun, engelleyemedim. Gerçekte sesin beni izlemiÅŸ olmasından korkmuÅŸtum. EÄŸer o sesleri Seville’de de iÅŸitirsem bütün hayatım boyunca iÅŸitmeye devam edeceÄŸim demekti. Herkes kadar benim de cesaretim var ama, lanet olsun, her ÅŸeyin bir sınırı var. BeÅŸer tabiatı bunu çekemezdi. Tamamen delireceÄŸimi anladım. Öyle bir duruma düÅŸtüm ki, içmeye baÅŸladım. Beklenti korkunçtu. Günleri sayarak uyanık yatardımyatıyordum. Sonunda geleceÄŸini biliyordum. Ve geldi... o sesleri Eciya’dan 60 mil uzakta, Seville’de de duydum.” Ne diyeceÄŸimi bilmedim; bir süre sessiz kaldım. “En son ne zaman duymuÅŸtun?” diye sordum. “Dört hafta önce” dedi. Hemen yüzüne baktım; irkildim. Yüzü karardı ve öfke ile baktı. KonuÅŸmak için aÄŸzını açtı, sonra konuÅŸamıyormuÅŸ gibi durdu. Ses telleri felç olmuÅŸ diyebilirdiniz. Garip bir vıraklamayla nihayet bir cevap verdi. “Evet, öyle...” Gözlerini bana dikti. Soluk mavi gözleri kızarmıştı. Hayatımda, hiçbir insan yüzünde böylesine dehÅŸet görmemiÅŸim. Hemen ayaÄŸa kalkıp kapıyı arkasına çarparak odadan yürüyüp gitti. O gece benim de pek uyuyamadığımı itiraf etmeliyim.
W. Somerset MAUGHAM
Çeviri: M. Selami Çekmegil (*) Tercümeyi gözden geçirip düzeltmeler yapan Nuri Birtek’ kardeÅŸimize teÅŸekkürler- (mütercim)
[1] Ä°spanya’nın güneyinde bir kasaba. [2] Ä°skoçların giydiÄŸi özel bir kumaÅŸ nev’i Sadece kayıtlı kullanıcılar yorum yazabilirler. Lütfen hesabınıza giriÅŸ yapınız veya kayıt olunuz. Powered by AkoComment 2.0! |
Son Güncelleme ( 15-10-2009 )
|
|
|
|
|
|
Kullanıcı Girişi |
L O G I N | |
---|
|
Ziyaretçi Sayısı |
123900859 Ziyaretçi
|
|
|
|