iddiasına karşı söz hakkı ihtimali de belirse Ülkemizde, yıllardır sanatsal duyguları köreltmeye yönelik tavırlar, gürültü çıkarırlar...
Nitekim vaktiyle, iki büyük belediyeden birinin, tiyatro maliyetleri ile ürünleri arasındaki kıyaslayıcı çıkışı diÄŸerinin baÅŸkanının ise cinsel çirkinlik heykelini halka açık bir parktan kaldırması sebebiyle sol kanat tarafından koparılan bu kabil gürültüler, “Siyaset Meydanı”nda YaÅŸar Nuri Öztürk ve Emre Kongar gibi ustalıklı üslupların bile katıldıkları sanatsal tartışmaların muharriki de olmuÅŸtu.
***
Kanımca, sanat iddasına en az hakkı olanlar, sanatı salt bir geçim aracı haline getirenler ve madde ötesi boyutu gözardı etmeyi hayat felsefesi haline getiren materyalistlerdir. Sanatta aslolan onun, kiÅŸinin önünde hazır bulduÄŸu maddi gerçekliÄŸi aÅŸarak duygu dünyasının derinliÄŸinde hayal gücünü harekete geçirip, maddi, tabii ve mekanik hazların ötesinde, kendi özgür tercihleriyle estetik ve bedii, eriÅŸilmez ufuklara yönelmesidir. O halde bu ufku kaybederek haz dünyasını ritimleÅŸmiÅŸ mekanik zevklere indirgeyen bir bakış tarzının sanat iddia etmeye ne hakkı olabilir? Zavallı insanlık, insana özgü olarak erilen madde ötesi hayal dünyası ile zenginleÅŸen sanat iddiasını bile, hayatı materyalist yaÅŸayıştan ibaret ÅŸekilde algılayarak sanatsal cennet ödülünü reddeden sanatsız papaÄŸanlara kaptırdı.
Sanat duygulu insanların işidir: eğer bir materyalist te sanat yapabiliyorsa felsefesini inkar ediyor demektir.
Mesela: ÅŸiir alanında,”trrum,trrum,trrum! /trrrak tikitak/ makinalaÅŸmak istiyorum” cinsinden yaveler dışında derinlikli, içtenlikli, idealist ÅŸiirler de yazan Nazım Hikmet -saplandığı materyalist ihanetine raÄŸmen- bir idealizm olan “yurtseverlik" çeliÅŸkisinden yakasını kurtaramamıştı. Ta Moskova’dan, “Ben beni bir daha ele geçirsem/ yaÅŸardım yine böyle kan revan içinde” derken, sanki yalan söylediÄŸini fısıldıyor, kendi kendisini yeniden ele geçirip çeliÅŸkisiz hayat özlemini dile getiriyordu... Ama ne yazık, bu fırsatı ele geçiremedi ve idealizmini, materyalizminin gürültüsü içinde yedi bitirdi... Materyalizminin bütün baskılarına raÄŸmen Nazım’daki duygu kokan, insanlık fışkıran mısralar, idealizmin bu baskının zincirlerini kırıp zaptedilemeyiÅŸidir... ”Oy taranto babo, oy!”... Bundandır Nazım‘ın ölümsüzleÅŸmesi ve idealizme düÅŸman, bayraklaÅŸma karşıtı materyalist cücelerin elinde bile bayraklaÅŸması!.. Bundandır Nazım Hikmet’in, ansiklopedi sayfalarından inerek,”ben böyle bakıp durmayacaktım dili baÄŸlı/ Ä°slam’ı uyandırmak için haykıracaktım”diyen Mehmet Akif ve “Sakarya, saf çocuÄŸu, masum Anadolunun / Divanesi ikimiz kaldık Allah Yolunun” diyen Necip Fazıl benzeri soylu ÅŸairler misali muhaliflerinin dilinde bile ÅŸiirleÅŸmesi...
Yoksa, “ SavaÅŸta çiÄŸnetmedim hilal’i düÅŸmanlara / Barışta düÅŸtü üstüme gölge, gölge haç...” diyen Anadolu’mun içli feryadı Yavuz Bülent Bakiler’in, “Kimse farkında deÄŸil çıplak ayaklarımın / Boynu bükük hüzünlü, esir bayraklarımın/ Bire iki üç veren susuz topraklarımın/ Hasadı yine benim” diyen mısraları gibi Nazım da -esirleÅŸen bayraklarımız için bir baÅŸka biçimde aÄŸlıyordu da- ondan mı izah edemediÄŸimiz bir üslupla dilimizde yer edinmiÅŸti...
Muhtevasız ÅŸiir bende hep, (yeterince borca battığımızdan olsa gerek artık eskisi gibi pek tekralanmayan) “hey Corç / Versene borç” türünden ÅŸarkılar gibi hissizlik uyandırıyor. Nerede bizim, “Dün kahkahalar yükseliyorken evinizden / Bendim geçen ey sevgili sandalla denizden” diye terennüm eden musikimizin: ”Dün gece mehtaba dalıp hep seni andım / Öyle bir an geldi ki mehtap seni sandım” diyen zarif tasviri ve nerede bugünün “öp beni, sev beni...” pespayeliÄŸinin tiksindirici davetiyesi. Nerede “Yıldızların altında ibadet ne güzel ÅŸey” diyen ilham perisi?.. Bu ilham perisi bu iklimde ortaya çıkmaz. O, “Müslüman Türküm demiÅŸim / Türk’ün müslüman kalmasını istemiÅŸim” diyen M.Said Çekmegil’in kış iklimine dayanamayan “Limon AÄŸacı” gibidir; ortaya çıksa bile ölür. Bize gelince, biz: “Sabret yaz gelsin de limon aÄŸacım/ Çıkarayım seni gün ışığına/ Dalların açılsın rahmete”.. diye bu iklimde daha çok bekleyeceÄŸiz; ya da M.Said Çekmegil’in özlediÄŸi iklime yöneleceÄŸiz...
Åžiir dünyasında böyle de resimde farklı mı sanki?.. Ressam Sacit Duman’dan mülhem bir telakkiyle söylersek, kadının gözbebeÄŸini göbeÄŸinin altına yerleÅŸtiren Picasso’cu ressamın tablosunda sanat görebilen bir telakkinin bir geyiÄŸin boynuzunu dondurarak meydanlarda halkın gözüne sokmasında da sanat iddia etmesi açık bir çeliÅŸkidir. Gerçi, çeliÅŸkinin resminde sanat umulabilir ama, tekdüzeliÄŸin aleni göstergesi Voyvoda kazığına sanat diyenlerin gözlerindeki zevksizlikten utanç duymak gerekir.
Ben oldum olası sanat için sanat züppeliÄŸinin manasını anlayamamışımdır. Sanat için sanat savını posta müÅŸterisi olmak için kutuya üstü adres yazılı boÅŸ zarf atmaya benzetmiÅŸ, “içeriÄŸi olmayan bu zarfı okuyucuya gönderilmiÅŸ bir hakaret” gibi algılamışımdır. Sanat için sanat yapanlar, iÅŸlerinin en doruk noktasında bile halka mal olamamış ve edebiyat ansiklopedilerinin tozlu sayfalarından ilgili çevrelerin bile bilgisine zor ulaÅŸmışlardır. “Osman bey, Osman bey/ Yalnız elleriniz kalsın açıkta/ Sımsıkı tutuÅŸalım el ele/ Dilimizde tek marÅŸ besmele/ Kur’an’dan baÅŸlayalım” diye Kriter’de haykıran güçlü ÅŸairimiz Metin Önal MengüÅŸoÄŸlu‘nun tespiti ile: sanat ÅŸahikası Abdulhak Hamid’le Ä°stiklal Åžairi Mehmet Akif arasındaki fark burada, Akif’in ÅŸiirine yüklenmiÅŸ dava hamulesindedir.
Bir de: en az Ä°stanbul’daki muasırları kadar sanat yüklü oldukları halde, gün ışığına çıkmak için video kamera eÄŸlenceleri ile ömür tüketen evlatlarının himmetini bekleyen Anadolu‘daki dedelerimizden, artık dilleri anlaşılmaz hale gelmiÅŸ olduÄŸu için edebiyat ansiklopedilerine bile girmeden kaybolup gidecekler de var. Sanıyorum bunların bir kısmından Kültür Bakanlığı’nın haberi bile yok…
Ben ÅŸimdi size iÅŸte onlardan birini; duygu ve estetik taşıyan dünyasına aşırı dozda zerkedilmek istenen materyalizme esir olmamış, ancak statik Osmanlı kültürüne indirilen ağır darbenin sarsıntısını da yüreÄŸinde hissetmiÅŸ ve ÅŸaşırmışlığını gizleyememiÅŸ, yer yer aÄŸlamış bir ÅŸairini getireceÄŸim. Bu ÅŸair, dedem Seyyit Ali Sanih’tir. “TeÅŸrihat-ı DerviÅŸan”ında konuÅŸturduÄŸu bir kahramanına; “Dizimde kalmadı takat nasip arayı arayı / Dolandırdı bizi kısmet Semerkand’ı Buhara’yı“ diye söyletirken diÄŸer bir derviÅŸine : “Ne lazımdır sana gezmek Semerkand’ı Buhara’yı / Sana taksim olan kısmet gelir arayı arayı” dedirten bu ÅŸair, olan bitenlere bakın nasıl “la havle” çekiyor!..
“Mahvetti beni bitmedi bi nale-i cangah / La havle vela kuvveta illa billah / Talih bana rehberlik eder ben nedeyim ah /La havle vela kuvveteilla billah.
Olsaydım eÄŸer benliÄŸime sahibi muhtar / Gözyaşım olur muydu hemiÅŸe bana gamhar / Bilmem ki bu boÅŸ kubbede aya ne iÅŸim var/La havle vela kuvvete illa billah.
Bir hasta dilem, yok yere dünyayı dolaÅŸtım / Binlerce mihen derd-i bela daÄŸları aÅŸtım/ Masum dil’e mücrim dediler ben dahi ÅŸaÅŸtım / La havle vela kuvvete illa billah.
Ben istemeden denre neden böyle atıldım / Satın alanı anlamadım kime satıldım / Ben bana mı daÄŸdaÄŸalı halka katıldım / La havle vela kuvvete ila billah.
Yollar karışık hangi tarika gideyim ben / Hangi sese bu samiamı atfedeyim ben / Hayretzedeyim Sanih’a bilmem nedeyim ben / La havle vela kuvvete illa billah...”
***
Ä°ÅŸte böyle deÄŸerli okuyucularım... Åžairlerin ardınca gidenlerden olmayalım ama, biz kendimiz ÅŸiirleÅŸelim; ÅŸiirsizlik illetinden uzak duralım!..
O zaman sanatı ve sanatçıyı çok daha iyi kavrayabiliriz...
M. Selami ÇekmegilSadece kayıtlı kullanıcılar yorum yazabilirler.
Lütfen hesabınıza giriş yapınız veya kayıt olunuz.