BÜYÜK DOÄžU – NECÄ°P FAZIL(XII) Vahid GÖNÜLDAÅž ,
Anlaşılan odur ki, Necip Fazıl’ın hırsına “Sultan üs ÅŸüara” olmak da yetmemiÅŸti. O, çok sevilen Mehmed Akif merhumu da yer yer iÄŸneliyor ve DavutoÄŸlu hocanın ismiyle yayınlanan “Din Tahripçileri” adlı kitaba yazdığı önsözde Akif’e (Allah rahmet buyursun) “… kendini reformculara kaptıranlardandır” diyordu, ama makul bir sebep de gösteremiyordu. O her ÅŸeyi kendine; kendi zannına karşı görünce yıkmaya çalışıyor, dostlarını dahi “Dostlarım ev eÅŸyamdı, bir bir gitti diyorum/ Artık boÅŸ odalarda ölümü bekliyorum” diye eÅŸyaları arasına kattığını ilan etmekten çekinmez olmuÅŸtu (bkz. 26.5.1983 Terücman, sh. II).
Bu konuda bir gerçek daha var ki, Büyük DoÄŸu; Necip Fazıl ismi, inkar edilemez ÅŸekilde, Türk fikir ve sanat dünyasının büyük bir boÅŸluÄŸunu doldurur. Aynı zamanda bir geçiÅŸ döneminsı büyük bir ızdırabını da aksettirir. Bunu, ÅŸaheserleri, “Bir Adam Yaratmak” adlı sahne dramında ve “Çile” baÅŸlıklı ÅŸiirinde, “nokta nokta ruhunu sok”an akrepten kaçarken “Gece, bir hendeÄŸe düÅŸercesine birden kucağına düÅŸtü”ÄŸü gerçekte daha iyi görüyoruz. Åžüphesiz ki, o, bu gerçeÄŸe mistik pencerelerden girip fıkhi bir kapıda yoÄŸrulamamış olsa da, içinden geldiÄŸi batıcı; pozitif mukallidi, batı-doÄŸu kavmiyetçisi, “mes’elesiz gerçeksiz”sanat özentili bir neslin çok üstündedir. Ve “Usanmaz bekçisi, yolcu inmez hanların” da “Allah diyenlerin boyunlarında veba” ve “sırtlarında taşıyan, iÅŸlenmedik günahı” yüklenenler arasında da ayrı bir “BEN”dir Necip Fazıl Kısakürek (bkz. Çile adlı kitabına).
Yarım asra yaklaÅŸan çalkantılı bir hayatın 21 yılını bizzat Büyük DoÄŸu ÅŸöyle özetliyor:
21 YILIN BÄ°LANÇOSU
“1943: Allah demek yasak… Ä°lk Büyük DoÄŸu… Ä°lk hapis(1 gün)… 1944: Vekiller Heyeti kararıyla kapatılış, bir yüksek mektepteki hocalıktan kovuluÅŸ ve asker edilip Toros’lara sürülüÅŸ… 1945: Amerikan diktası cebri(!) hürriyet… Ä°kinci çıkış… 1946: Örfi Ä°darece mühürleniÅŸ… Ankara, Recep Peker ( 100.000 lira kabul eder misiniz?)… 1947: Üçüncü çıkış… Mitingler… Kahrolsun Büyük Mahkeme koridorları… Çile üstüne çile… 1949: Dördüncü ve ÅŸekil deÄŸiÅŸtirerek beÅŸinci çıkış… Takipler çekirge hücumu… 1950: Üçüncü Hapis (3 ay) ve af kanunuyla kurtuluÅŸ… AteÅŸe devam… 1951: Dördüncü hapis(17 gün)… OrtaklaÅŸa günlük gazete… Altıncı çıkış…Ä°hanet… Ayrılış… 1952: Kendi günlük gazetem… Yedinci çıkış… Yine sayısız dava… Mason Locası baskını…(Gazeteni kapat! Ben seninleyim! Emir en tepeden!)… 1953: Malatya hapsi… BeÅŸincisi(1 sene 3 gün)… Ölümden, cinnetten öteye ıstırap… 1954: Sekizinci çıkış… Her sayımız toplatılıyor… Ä°flas… 1955: Hükümet ve mahkeme kapılarında mermerleri aşındıran ayakkabı… BoÅŸlukta uçan ses… 1956: Ä°kinci günlük gazete tecrübesi, dokuzuncu çıkış… Yine Örfi idare kapatmaları ve ortada bırakılış… 1957: Altıncı hapis (8 ay 4 gün)… Seçimler kazanılınca hatırlanıyor ve okÅŸanmaya baÅŸlıyoruz! 1958: Dörtlü murat yaprağı gibi aranan resmi idrak ve her defa rastlanan fikri boÅŸluk… 1959: Zor bela onuncu çıkış ve tam sahabetsiz didiniÅŸ… Bolu daÄŸlarında tevkif (2 gün hapis – yedinci)… Böyleyken, Allah’ın lütuflarıyla hemen her ÅŸeyi peÅŸin söyleyiÅŸ, fakat dinletemeyiÅŸ… Mahkumiyet kararları tepemizden kar gibi yaÄŸmakta… 101 sene hapis gibi bir ÅŸey… iliklerimize kadar bezginlik ve evlada!... 1960: El malum… destanlık çapta hususiyetleriyle Davut paÅŸa kışlası, Balmumcu Garnizonu ve oradan Toptaşı Cezaevine teslim… Sekizinci (1sene 6 ay)… 1961: Toptaşı Cezaevinin kütüphanesinde yazı, ibadet, gözyaşı, düÅŸünce… 1962: Ä°nceleme, kollama, gözetleme, karara varma yılı… Dört davadan beraat ve ilk defa Af kanunundan istiÄŸna… 1963: Örfi Ä°dare boyunca siperde bekleyiÅŸ… 1964: On birinci çıkış (Birinci demektir) ve Allah kerim…
NETÄ°CE: 21 YIL MADDÄ° VE MANEVÄ° ÇÄ°LE; 8 DEFADA, HEPSÄ° 3 YIL 6 AY 20 GÜN HAPÄ°S, 10 KERE BATIÅž VE ÇIKIÅž; VE NÄ°HAYET ONBÄ°RÄ°NCÄ°SÄ°NDE (EN GÜZEL SAYI) BÄ°RÄ°NCÄ°LÄ°K ÅžARTLARIYLA DOÄžRULUÅž VE DOÄžUÅž…
Allah, bütün Müslümanlarla beraber, bu her devrin mazlumu, makhuru, mahkumu ve mahpusu BÜYÜK DOÄžU’ya acısın (B. D. Sayı: 1, 1964).”
Allah’ın kulları arasında onu tanıyanlar, Necip Fazıl’a zaten acıyorlardı. Böylesine büyük bir istidadın, bir türlü rayına oturmayışına nasıl esef edilmezdi? Hocasından (Åžeyhi) aldığı tatminle, doymuÅŸluÄŸun verdiÄŸi dinamiÄŸin gururuyla ikazları dinleyemez hale gelen güçlü bir zekanın müstaÄŸniliÄŸi onu oldum havasında tuta gelmiÅŸti. Mevcutla coÅŸarak incelemelere geçemeyen güçlü sanat adamının fıkhÄ° geliÅŸmelere geçemeyiÅŸine nasıl acınmazdı. Ä°ÅŸte biz “bu her devrin mazlumu” oluÅŸundan ziyade, ölçüsüzlüÄŸün kahrına acıyoruz.
Oldum; ötesi yoktur, havasından kurtulamaz görünen Necip Fazıl’a ikazlar pek tesir etmiyordu. O sanki herkesi tenkid etmekle, fakat kendisine yapılan tenkidleri dinlememekle mükellefti.
Bütün bunlara raÄŸmen, Necip Fazıl’ın tabiriyle, “Ä°lklerden” ve Büyük DoÄŸu Cemiyeti’nin kurucularından bulunan Said Çekmegil, Necip Fazıl’ın ölümünden iki, iki buçuk sene önce 2. baskısını yapmakta olduÄŸu bir kitabında iÅŸlediÄŸi bir konu münasebetiyle: Son ve özlü bir ÅŸekilde :
“Ä°nsanın kendi kendisini yeterli, ilme doymuÅŸ görmesi nasıl bir azgınlık arz ederse yine öylece, insanın bir baÅŸka insanı yeterli görerek onu doÄŸrulara hüccet telakki ederek baÄŸlanması da, doÄŸruyu eÄŸriden seçemeyen, inanmış fakat bir takım ÅŸaÅŸkınlıklar, taÅŸkınlıklar zümresini doÄŸurur(11)” derken dipnotta da onu son ve özlü bir ÅŸekilde tövbeye davet etmiÅŸti:
Ama ne var ki, “üstad” taÅŸkınlıklarını bir türlü dindirerek, ebediyetini gölgelemekten kurtaramıyordu. Kızdığı, yer yer alim olduÄŸunu teyide mecbur kaldığı bir müslümanın “Ä°slam’ı temelinden çürütme istidadının doÄŸmasına vesile” olduÄŸundan söz ediyordu. (DoÄŸru Yolun Sapık kolları, Necip Fazıl Kısakürek, s. 106) Åžüphesiz ki Resulullah’tan baÅŸka herkes ÅŸaşırıp indi görüÅŸlerini ilmi donelermiÅŸ gibi ortaya atınca red edilebilir. “Ä°mam- ı Takıyüddin” merhum da red ve tenkid edilebilir; edilmiÅŸtir de. Fakat delilsiz olarak, bir kimsenin Ä°slam düÅŸmanı olarak gösterilmesi, hocasını delil sananlara mahsus olsa gerektir. DemiÅŸtim ya: birbirimizde haklarımız vardır, davası uÄŸrunda az eziyet çekmemiÅŸtir. Ebedi aleme böylesine büyük iftira günahlarıyla gitmesine gönül razı olmuyor… Tevbe etmesi için dua ediyorum. Kendisi de bu konular üzerinde düÅŸünse ya” demiÅŸti M. Said ÇeÄŸkmegil (bkz. Münevver Anlayışımız, 2. baskı, sh. 133)
Öldükten sonra da, ilk yakınlarından ziyade üstada sahip çıkar gördüÄŸümüz Ahmet Kabaklı Bey – bazı küçük dargınlıkların ötesinde, ölümünden evvel ve sonra “En hararetli Büyük DoÄŸuculardan Prof: Dr. Süleyman Yalçın” (B. D. Sayı: ı,1971) ve Prof. Dr. Ayhan Songar beyler gibi vefalı dostları da bu çile adamını yalnız bırakmamış bulunuyorlar. M. Said Çekmegil ise ÅŸöyle bir telgraf çekmiÅŸti: “ Kırk yıllık mücadele hayatında inancından taviz vermemek için çilelerle dolu dünyasını geride bırakarak ebediyete göçen Üstad Necip Fazıl’a gufran-ı Hak, geride bıraktıklarına Ä°slam’i bir hayat dilerim. Sait Çekmegil” (Bkz. Türk Edebiyatı dergisi, sayı :117, Temmuz 1983)
Kısakürek böylesine tövbe davetlerine uydu mu? Kesin bir bilgimiz yok. Ama yayınlanan vasiyetinden buraya aldığımız pasajlar ümit vericidir :
“Eserlerim arasında mukaddes ölçülere karşı küçük ve hafif çapta laübali, dikkatsiz ve ciddiyetsiz, hürmet ve haÅŸyetten mahrum ne varsa – isterse nokta veya virgül olsun- onları reddediyor, malım olmaktan çıkarıyor… Ä°slam’a pazarlıksız ve sımsıkı baÄŸlanmadan önceki ÅŸiirlerim ve yazılarım arasında, her birinden ayrı ayrı istiÄŸfar edildiÄŸi ve çöp tenekesine atıldığı için, nereden nereye geldiÄŸimi göstermekte bile kullanılmalı…
eserlerim mevzuunda vaziyetim kısaca ÅŸu: Ä°lk yazılarımdan bir kaçı asla benim deÄŸil; sonrakiler de, en dakik ÅŸeriat mihengine vurulduktan, yani nasip olursa tarafımdan bütünleÅŸtirildikten sonra benim… Ben öldükten sonra kim ve ne suretle eserlerim üzerinde gizli bir tasarrufa kalkar da ölçüyü hafifçe bile olsa örselerse, tezgahını başına yıkınız! En büyük korkularımdan biri, nice müellifin başına geldiÄŸi gibi, ölümümden sonraki tahriflerdir…>> (26.5.1983 Tercüman sh. 11).
Åžeriatın özüne vukufiyetinin zayıflığına raÄŸmen, “Åžeriat mihengine” baÄŸlılığının bu derecesi deÄŸme aydın kiÅŸide görülmemiÅŸti. Åžair ruhunun coÅŸkun ÅŸeriat baÄŸlılığı üstadı bağışlatabilir miydi? Kendisi zaten, “… mukaddes mevzuuna bazı davalarımı ve öfkelerimi kattığım için beni hoÅŸ gör! Ben bir ÅŸairim!!..” diye sızlanmıştı(B. D. Sayı :1 1949).
Ä°nÅŸallah bizlerin de, üstadın da günahlarımız hoÅŸ görülmese de bağışlanır. “Åžüphesiz ki Allah kendisine eÅŸ tanınmasını yarlığamaz. Ondan baÅŸkasını, dileyeceÄŸi kimseler için yarlığar..” (Bkz. Kur’an 4/48). “Allah indinde (makbul olan) tövbe, kötülüÄŸü ancak cahillik sebebiyle yapacakların, sonra da çarçabuk tövbe edecek olanların (tevbesi) dir…” (Kur’an 4/47) “hemen Rabbini hamd ile tesbih et. Onun bağışlamasını dile. Åžüphesiz ki O, tevbeleri çok kabul edendir”(K.110/3).
Büyük istidatlı insanları; sevdiÄŸimiz saydığımız ÅŸahsiyetleri putlaÅŸtırmadan ya da kızdığımız; deÄŸersiz gördüÄŸümüz kiÅŸileri, ölçüsüz ozanlar gibi, yerin dibine batırmadan tanıyıp tanıtacak hakkaniyet müminlerde aranacak haslettir.
Müslümanca bakmaÄŸa çalıştığımız Büyük DoÄŸu ve Necip Fazıl hakkındaki kanaatımız, iÅŸte bu (on iki sayı devam edegelen) tespit edebildiÄŸimiz kadardır. Büyük bir dava yolunda çetin imtihanlara tabi kılınan “Üstad”ın taksiratının affedilmesini Gafur ve Rahim olan rabbimizden dileriz.
“Surda bir geldik açtık; mukaddes mi mukaddes! “Ey kahpe rüzgar, artık ne yandan esersen es!...”
“Garip geldik gideriz, rafa koy evi barkı! Tek, dudaktan dudaÄŸa geçsin ölümsüz ÅŸarkı…” “Sakarya, saf çocuÄŸu, masum Anadolunun. Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!...”
Mehmed’im, sevinin, baÅŸlar yüksekte! Ölsek de sevinin, eve dönsek de! Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!
Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir! Gün doÄŸmuÅŸ, gün batmış: ebed bizimdir!>>
SON
“Not :II – Bu taÅŸkınlıklara bir misal, birbirimize hakları geçmiÅŸ insanlar olarak ve davası yokunda çok çile çekmiÅŸ bulunan, hakkında özet kanaatımızı 8. notta arzettiÄŸimiz güçlü ÅŸair Necip Fazıl Beyden getirmekte fayda gördüÄŸümüz için, üzülerek veriyoruz : Bir beÅŸeri, velev büyük bir veli de olsa, delil vererek, pek çok Ä°slam bilginlerinin, mesela, Ömer Nasuhi hoca efendinin, Tecrid-i Buhari sarih ve mütercimi Prof. Kamil Miras ® ın Tecridin 4. cildinde,”Åžeyhülislam” olarak andıkları bir müslümanı, “… içinden zedeleyen Kafir” diye ilan ediyor. (Türkiye’nin Manzarası, Necip Fazıl, s. 118) Ve iÅŸin daha acısı, delil olarak da “Bu sözü ben söyleyemiyorum… Ä°rÅŸad kutbu söylüyor” diyor. Bu diyalektik ustası, bir kimseye ilmi bir delil vermeden küfür isnat etmenin tehlikesini bilmiyor olamazdı. Neydi bu hali? Onun bu gibi isnatlarını, memleketimizin güzide merkez vaizi Aziz Bahaeddin Bilhan Bey, ilmi bir uslupla tenkid ederek kınamıştı (Ufuk, Malatya, 14.6.1975)
(Kriter Dergisi 4. cilt’ten alıntıdır.)
|
Yazar sadi açık 2007-07-14 11:39:42 Allah sizden razı olsun. O kadar dolu bir yazı olmuş ki her satırından kendime dersler, örneklikler çıkarttım. Said Çekmegil hakkında öğrendiğim her yeni şey bana onun ne kadar güzel bir çizgisinin olduğunu düşündürüyor. Necip Fazıl gibi bir ülkeyi bütünüyle etkilemiş bir insan ancak bu kadar güzel eleştirilir(iyi ve kötü). Nasıl oldu tam anlamadım ama bu yazı bana gerçekten azim verdi.
| Teşekkür Yazar Selami Çekmegil açık 2007-07-14 23:55:45 Sayfamıza gösterdiğiniz bu kadirşinaslık her türlü takdire değer. Teşekkür ederiz Değerli dost Sadi kardeşimiz... |
Sadece kayıtlı kullanıcılar yorum yazabilirler. Lütfen hesabınıza giriş yapınız veya kayıt olunuz. Powered by AkoComment 2.0! |