ESTETİĞİNİ YİTİRMİŞ YAŞAMLAR
Necmettin EVCÄ°
Geçenlerde Ankara’ya Musa geldi.
Sevgili Musa. Benim köklü dostum.
Bir yudum yaÅŸamak olup geldi.
Delikanlılığımızın en yaman dönemini birlikte yaÅŸadık.
Varlığımız birbirini muhkem kılardı. Bozkırın tam ortasında en sancılı
denizlerin kırışık kıyılarını birlikte yürürdük. O denizler çalkandıkça
gençliÄŸin deliÅŸmen ruhu köpürür durur. PaylaÅŸa paylaÅŸa bitiremediÄŸimiz
yüreÄŸimiz ne kadar büyük, ne kadar duygu yüklüydü. Ä°ÄŸde ve gül aÄŸaçları
arasından uzayıp giden yollar nereye çıkar önemli deÄŸil. Her yer yaÅŸamak!
‘YaÅŸamak güzel ÅŸey be kardeÅŸim.’ Nazım’ın baktığı pencereden bizim bahçemiz
görülmez. Zararı yok. Bizce yaÅŸam(ak) bir eÅŸsiz büyünün tılsımını çözmekle
kazanılan coÅŸkudur. Bırakın; o gür o gümrah akışa her dem tanık olarak, çoÄŸu
zaman bizzat kendimizi içinde bularak fark ettiÄŸimiz büyü bozulmasın. Büyü
bozulursa kısık akışlarda, kısır döngülerde bizi ve her ÅŸeyi bitiren tuhaf
aşınmalar yaşarız.
Ay kırıklarının ışıttığı bir gecedir yine. ‘Ve gözlerimiz ışıl ışıl
yıldızlar gibi başucumda/ ve ellerimiz tek bir el/../ hayatın eli gibi
avucumda’ O coÅŸkun uçarılıkla bulutları gezinen bir dize fısıldar birimiz:
‘Mezarımızı gökyüzüne kazsınlar bizim.’ Ä°yi de doÄŸrudan ölümü çaÄŸrıştıran bu
dize de nerden icabetti? Bu böyledir. Orada kimse de yadırgamaz bu durumu.
Adeta her an ölümü anımsamak doÄŸrudan hayatı anımsamak gibidir. Orada, o
çizgide, o düzlemde ölüm ve yaÅŸam farklı amaçlara, duygulara yönelmez. Ölümle
dirim arası mesafe bir saniye bile değildir madem.. Bunlar derin
mevzulardır. Ancak ÅŸu kadarını söylemem lâzım: Eskiden yaÅŸamın tam ortasını
ölürdük, ÅŸimdiyse ölümün tam ortasını yaÅŸar olduk. Ne demek bu? Eski ölümler
yaÅŸamı onarır, çoÄŸaltır, anlamlı kılardı. Åžimdiki yaÅŸamlar bile ölümü aratır
oldu. Her gün ölümü yaÅŸayanlar yaÅŸamı nasıl çoÄŸaltacaklar? GümüÅŸsü
parlaklığıyla ay beyaz gecelerin bulutları arasından bize ötelerin sırrını
fısıldarken, bizler hem burada hem oradayken, yine hayata dair söyleÅŸiriz.
Bana hediye ettiÄŸi kitabı hâlâ saklarım. Albert Schweitzer’ın ‘Hayata
Hürmet’i. Küçük hoÅŸ bir kitap. Demek ki hayat, yaÅŸam hep meselemiz olmuÅŸ. Ne
güzel. Onu hiç olmazsa bilincine vararak, düÅŸünerek, hürmet ederek
sürdürmek. Musa beyaz bir muÅŸtu olup geldi. Beton ve demir dokusuyla
donuklaÅŸmış dünyamıza bakir uzakların dumansız mavi esintisi gibi geldi.
Ä°çinde biriktirdiÄŸi ışıltılı ufuklarla ÅŸiir gibi geldi. Ufuk olup
geldi.
-İnsanlar ne kadar tuhaf, diye başladı ilk izlenimlerini
anlatmaya.
-Hayatın bu denli anlam yitireceğini, insanın
anlamsızlaÅŸacağını düÅŸünemezdim.
O’nun gibi insan yanı has kalabilmiÅŸ olanlar kent
insanının kanıksadığı bunalımı, kendini hatırlayamamacasına unutuşunu hemen
fark ediyorlar. Saçmalığın peÅŸi sıra koÅŸuÅŸturmakla yaÅŸamdan, varlığımızdan
kopan güzellikleri fark edecek kalp ve ruh duruluÄŸuna ihtiyaç var.
AÅŸk-ın, mütmain. TelaÅŸsız, gümbürtüsüz, dingin, engin, bunalmayan,
bulanmayan.
-Caddelerde, sokaklarda çılgınca bir telaÅŸ.. Metroda
insanların yüzlerine baktım hepsinde korkunç memnuniyetsizlikler. Herkes acı
çekiyor. Ruhları acıdan kıvranıyor. Bakışlarda yaÅŸamı ve umudu çaÄŸrıştıran,
çoÄŸaltan ışık matlaÅŸmış. Gerilim, kasılma. Yüzlerde katı, donuk, dümdüz
ifadeler.
-Çarpılmış gibiyiz, diyor, Muhammet Esed’in benzer
gözlemle baÅŸlayan düÅŸünce ve ilim serüvenini hatırlatıyorum.
Kent insanı
kanıksadığı bu bunalımı, bu baÅŸ döndürücü tempoyu her gün yaÅŸar. Yorgun kalkar
yatağından. Uykular dinlendirmez onu. Eskiden son namazdan sonra yatılırdı.
Gecesi mümince olanların gündüzleri de mümince olurdu. Kim bilir gecenin hangi
geç saatlerine kadar ekrana mıhlanan gözler sabaha kan çanağı gibi açılır.
Ekranlar, kanallar boyu çokluk müptezel merakların peÅŸine salınıp tensel
kışkırtıcılığıyla düÅŸler, kirli rüyalar toplayan bakışlar yeni sabahlara
uyanırken ölülerinki gibidir. Baygın, yorgun. Bir koÅŸuÅŸturma ki sormayın.
Caddeler, sokaklar: otobüs, metro durakları, banliyöler hıncahınç insan
kaynar. Kendinizi ÅŸekere üÅŸüÅŸen karıncalar gibi, böcekler gibi hissedersiniz.
Karşıdan karşıya geçerken çekirge sürüsüne benzeriz ya da hızla akan
araçların çarpma tehlikesinden bedenimizi kurtarmaya çalışırken, kararlı
bir kedinin hamlelerinden kaçan fareler gibiyizdir. Oh sonunda kendini
attın karşı kaldırıma. Bu gün ÅŸansın yaver gitti oturacak bir koltuk buldun. Bu
döngüye girmemeye imkân yok. Çıkmak zaten mümkün deÄŸil. Geç kalma
korkusu, yer kapma telaşı, itiÅŸler kakışlar. Tren uzunca bir tünele girer.
Karanlık boÅŸluÄŸa bakıp camdan gördüÄŸünüz mermi hızıyla akıp giden aydınlatma
ışıklarıdır, panolar, uyarı levhalarıdır. Ne için? GidiÅŸi, akışı
kolaylaÅŸtırmak için. Ä°yi de dışarıda adeta cinnet getiren kentin uÄŸultusu,
içeride sanki yalıtılmış sessizliklerin birbirine çarpa çarpa çoÄŸalan garip
gürültüsü arasında bu gidiÅŸ nereye? Niçin bu acele, niçin bu hız? Bu
insanlar kim, evleri, mahalleleri, komşuları, komşulukları? Acılarını,
sevinçlerini kimlerle nasıl paylaşırlar? Bu insanlar her gün her gün
nereye gider? Bir ömür, kolay deÄŸil tam bir ömür nereye giderler;
bıkmadan, usanmadan. Ne duyarlar, nasıl düÅŸünürler; daha da önemlisi
duyma, düÅŸünme melekeleri ne kadar geliÅŸkin olabilir? Galiba biz insanlar
binlerce milyonlarca ton demiri, çimentoyu, camı, galvanizi, plastiÄŸi bir
araya getirerek kendimizi gönlümüzce tutukladığımız dar mekânlar
toplamına ‘kent’, bu dar mekânlarda birbirleriyle konuÅŸmamacasına yaÅŸama
becerisi gösterenlere de ‘kentli’ dedik. Bir Alman atasözü olarak
okumuÅŸtum; ‘Åžehir havası insanı özgür yapar’ diyordu. Avrupa’da ‘Kent
Devrimi’ sürecinde ortaya çıkan yeni insanı anlatıyordu bu cümle. Ne ki bu
kentler o ÅŸehirler deÄŸil. Haydi modern insan, ruhu sara nöbetine
tutulmuÅŸ gibi tir tir titreyen kentlerin asit ve metalle örülü
karanlık uÄŸultusunu içine çeke çeke özgürlüÄŸünü yaÅŸa! Bu uzun tren
dehlizlerinin, her yanı kaplayan apartman sıradağlarının, onların arasından
uzayıp giden kent koridorlarının, eÅŸsiz güzelliklerini seyrederek
özgürlüÄŸü kalbinde duy. Kent havası insanı özgürleÅŸtirir!.. Yıllar önce
Kriter’de okuduÄŸumu sandığım bir ÅŸiirde, ÅŸair; ‘mezarımı otobüslere
kazsınlar benim’ diyordu. ‘Sabahleyin dokuzda. Ä°lla
dokuzda’
Böyle düÅŸündü, Musa da böyle düÅŸündü
biliyorum.
Çünkü Musa kapalı dünyamıza açık bir gök rengiyle
geldi.
‘Yeryüzünde hiçbir fert, bütün ömrü boyunca
hemcinslerine karşı tamamıyla uzak ve yabancı kalamaz. İnsanlar birbirlerine
aittirler.’ Hayata Hürmet’ten alıntıladığım(s.24) bu basit tespit modern
insanın muhtaç olduÄŸu ne büyük gerçeÄŸe dönüÅŸtü. Medeniyetin ışıltılı
parlaklığında modern insan imkânsızı mümkün kılarak en dehÅŸet, en akıl almaz
olanı baÅŸardı. Sekülerizm yeni dünyayı inÅŸa için manayı, maneviyatı telef ve
talan etmek üzerine kurduÄŸu tahtında eÅŸi görülmemiÅŸ zaferini
kutlayabilir. DüÅŸünün ki; apartmanlarda, otobüslerde, trenlerde yan yana, üst
üste, tıkış tıkış istim olacak fakat birbirimize tek kelime bile
edemeyecektik. Demir, teneke, cam, beton kutulara birlikte girecektik,
aramızda bir santim bile boÅŸluk kalmayacaktı, el ele, göz göze olacaktık ve
fakat ısrarla küs, ısrarla sözsüz, muhabbetsiz, aÅŸksız yaÅŸayacaktık. Ne
tuhaf! Musa bir yandan Esed’i, Dosto’yu hususen de Yeraltından Notlar’ı
düÅŸünür sonra bir an yitirdiÄŸini sandığı uzak yaÅŸamlardan gizli, acımaklı
bir gülüÅŸ iliÅŸir dudak kıvrımına ve Üstad’ın o meÅŸhur dizeleri zihninde
çağıldayan bir ÅŸelâle gibi akar, devinip durur: ‘Bir hayata çattık ki hayata
kurmuÅŸ pusu.’ Åžair dost Hüseyin Korkmaz ‘Bu ÅŸehrin gameti kâfir/ Ana
damarları mel’undur’ dizeleriyle belli ki öncelikle estetiÄŸini yitirmiÅŸ
yaşamlar karşısında hayıflanmasını dışa
vurmaktaydı. Estetiği yitmiş, konfetileri
uçmuÅŸ, büyüsü, aÅŸkınlığı, coÅŸkusu kalmamış zamanlar yaÅŸanmaktadır. Sözde,
düÅŸüncede, yaÅŸam tarzında varlığa anlam katan insani deÄŸerler süratle
yitmekte, yitirilmektedir. Etik, estetik boyuttan kopan insan, yaÅŸamın tüm
ÅŸiirsel boyutunu kökünden yolarak ÅŸimdiki ve gelecek zaman tasavvurunu kaba,
küt, vandal iç tepilerine, iç güdülerine uygun kurmaya çalışmaktadır.
YaÅŸamı maddi unsurlarıyla inÅŸa etmeyi en büyük ideal olarak belirlemekle
kendi küçüklüÄŸünü, hiçliÄŸini ilan etmiÅŸtir. Sanal bir yaÅŸamı sürdürmekteyiz.
İlk elden akla gelebilecek en temel insan tavrı ve duyarlığından yoksun
olarak edindiğimiz oyuncak yaşamları yine birer oyuncak kahramanlar,
minyatür kiÅŸilikler olarak sürdürmekteyiz. BilineceÄŸi üzre orantısızlık
minyatürün özelliklerindendir. Bir de perspektif yani derinlik yoktur
minyatürlerde. Minyatürlerde gerçek dışı ifadeler vardır. Ä°ster fıtri ister
çevresel olsun kendi gerçekliÄŸimizden kopmuÅŸ durumda deÄŸil miyiz? Adına
çaÄŸdaÅŸ yaÅŸama biçimi, modernite ne dersek diyelim kurmak için harcına oluk
oluk insan teri, kanı, aklı, oluk oluk insan ruhu akıtılan kartondan
yaÅŸamlarla aramızda bir uçurum oluÅŸtu. Bir kopma, bir bozulma mı bu?
Belki çürüme kavramı daha kuÅŸatıcı ifade edebilir halimizi. Çünkü bozulma
onarımla düzelebilir problemdir. Her kopuÅŸu yeniden baÄŸlama imkânınız
vardır. Ama çürümeyi, çürüyen yapıyı nasıl
iyileÅŸtireceksiniz?
Yaşamın kurulu sistemi insan merkezli
ve insana göre iÅŸlemiyor. Ä°nsan varlığınızla daha iyi bir yaÅŸamı hak
etmiyorsunuz. Kapılar size deÄŸil toplumsal rolünüze, statünüze açılıyor.
Kategorinize, mevkinize, kompartımanınıza göre ilgi ve hizmet
görüyorsunuz. Kapılar, bariyerler kartınızı, ÅŸifrenizi, numaranızı,
barkotunuzu okuyup öyle açılıyorlar. Numaraya gösterilen ilgi sonunda
numara yapmaya, numaradan yaÅŸamaya özendirdi insanı. Ä°nsanın yaÅŸama ciddi
katkısı olmayınca katılımı numaradan olmaktadır. Numaralarla günü geçiÅŸtirme
uyanıklığı her defasında insanı asıl yaşamın asıl yaşanması gerekenlerin
dışına savurmada insan da yaşam da oyuncaklaşmaktadır. Bu oyun ciddi
amaçlar güdülerek ve sahici edalarla sürdürülünce etkinlik adına ortaya
bir ÅŸey çıkamamaktadır. Sanat da, siyaset de, düÅŸünce de ağırlığını
yitirmiÅŸse gerçekle yalanın yer deÄŸiÅŸtirmesi sebebiyledir. Kültürlü
varlık olarak insanın yaşama neler kattığı, yaşamın kendi bireysel
zenginliğine yani benlik, kişilik ve kimlik kazanımına neleri kazandırdığı
önemlidir. Kültür sürekli bir akış içinde çoÄŸalmak, üretmek ve
paylaÅŸmaksa neredeyse bütünüyle kaba, zevksiz, satıhsız bir nesnelliÄŸe
indirgenmiş modern yaşam tarzları insanın anlam derinliğine neler
katmaktadır? Uzun boylu düÅŸünmeye gerek yok; hiçbir ÅŸey!.. Ä°nsanın;
önceleri her dem taze akıntılarla yenilenen, yeÅŸeren giderek verimli
alanlara dönüÅŸen iç dünyası artık varlığını besleyemediÄŸinden
çoraklaÅŸmıştır. Bu kavurucu kuraklıkta insan varlığımızı ÅŸerefli,
haysiyetli yapan tüm erdemler birer birer yitmiÅŸ ya da yitmektedir.
Doğallıkla yaşama erdem ve insanlık adına pek bir şey katılamaz olmuştur.
Kazandığı güçte insani deÄŸerlerin hiç ölçüsünde katkısı olan yaÅŸam etik,
estetik duyarlığı olanlar karşısında fazlasıyla azgınlaÅŸmıştır. Her geçen
gün yaÅŸama katılma ve katma imkânımız azalmaktadır. Olanca nesnel
çeÅŸitliliÄŸine raÄŸmen öznel alanda korkunç daralma gözlenmektedir. Bu dar
alan içinde insan da zorunlu bir daralma ve azalma yaÅŸamaktadır. Her
geçen gün azalmaktayız. Bu gidiÅŸle açılmanın, çoÄŸalmanın imkânı da
görülmemektedir. DüÅŸlerimiz, duygularımız azalmaktadır. Sezgilerimiz,
sevgilerimiz git git azalmaktadır. Aklımız, idrakimiz, ruhumuz, insan
yanımız git gide azalmaktadır.
Gündelik telaÅŸlar, beklentiler insan varlığımızı
azaltmaktadır.
Önümüze konan amaçlar, umutlar, bakış açıları bizi
azaltmaktadır.Gazetelerden, moda kitaplardan, kışkırtılmaya elverişli
beÄŸenilerimize göre düzenlenmiÅŸ bulvarlar boyu uzayan vitrinlerden, karşısında
aptallığa taht kurulan televizyonlardan, pembe dizilerden aşırılmış
sentetik yaşamlar varlığımızı azaltmaktadır.
Yaşadığımız hayatın ne
kadarı bize aittir? Kendimizi ne kadar yaşamaktayız? İnsanın bir sosyal,
kültürel çevre içinde var olduÄŸunu söyleyenler onun bireysel gücünü göz ardı
ediyor olamazlar. Birey yaÅŸadığı çevreye kendi kiÅŸiliÄŸiyle dahil olmalıdır.
Birey kendi dışındakilerle kurduÄŸu sürekli iliÅŸkilerle yaÅŸamını çoÄŸaltır,
zenginleÅŸtirir. Bu hiçbir zaman tek yanlı bir iliÅŸki deÄŸildir. Kimlikli toplum
kimlikli bireylerden oluÅŸacaksa yaÅŸamı çoÄŸaltmak kendi varlığımızı
zenginleÅŸtirmek ve ait olduÄŸumuz toplumu çeÅŸitlendirmekle olur. Toplum bu tarz
çeÅŸitliliÄŸi yaÅŸamın daha anlamlı sürmesi adına bir imkân bilmelidir. O zaman
kiÅŸilik ve kimlik bunalımı daha aza indirgenmiÅŸ bireyler olarak iç rahatlığıyla
bizim diyebileceÄŸimiz yaÅŸamdan ve bizim diyebileceÄŸimiz toplumdan söz
edebiliriz. Katarız, katılırız. YaÅŸadığımız dünyaya ne katıyoruz, ne kadar
katıyoruz? Bizi ifade eden unsurların ne kadarı bizim? NesnelleÅŸen dünyada
orta malı yaşantılardan yaşam, reklamlardan akıl, magazin
programlarından ödünç kiÅŸilikler, benlikler alır olmuÅŸuzdur. Bize
ait olmayan aşkların, bize ait olmayan hasretlerin, heyecanların adamı
olmuÅŸuzdur. Edip Cansever Kirli AÄŸustos’unda, ‘Uçurum’ ÅŸiirinde ‘Benim
olmayan bir sevinç duyuyorum’ diyordu. Ve yine aynı ÅŸiirde ‘Benim olmayan
bir ÅŸeyle yaslanıyorum’ derken sanırım bizimle benzer duygulanım ve
anlam alanını paylaşıyor olmalıdır. Bırakınız yaşama kattığımızın ne
kadarının bize ait olduğunu, bize ait sandıklarımızın ne ne kadarı
bizim? Yaşamın ortasına doğru her adım atışta kendimizden bir adım daha
uzaklaşıyorsak insan merkezli, estetiği yitirilmemiş bir yaşam
sürdürmemiz nasıl mümkün olsun.
Musa geldi.
Musa sentetik, ruhsuz yaşamlar karşısında bozulmadan,
çözülmeden, soylu duruÅŸun sembolü olarak, sinemize esenlik serpiÅŸtirerek
gitti.
Sadece kayıtlı kullanıcılar yorum yazabilirler. Lütfen hesabınıza giriş yapınız veya kayıt olunuz. Powered by AkoComment 2.0! |