25-04-2024
 
 
 
  :: Ana Menü
 
 
 
Duyurular
AKIL IÇIN YOL BIRDIR

(THERE IS but
ONE WAY for REASON)
       
(linkleri SAG TIKLAYIN
                                 lütfen)

Sn.Soner YALÇIN'dan 
dikkate deÄŸer bir yazı: 
Edebiyatla 
               AhmaklaÅŸtırma
https://www.sozcu.com.tr/
2021/yazarlar/soner-yalcin
/edebiyatla-ahmaklastirma
-6335565/
 


Önerdigimiz sayfalar:
M. SAID ÇEKMEG?L 
anisina
https://www.facebook.com/
groups/35152852543/?mul
ti_permalinks=1015385
0899667544&notif_t=grou
p_highlights&notif_id=147
2405452361090




Nuri BiRTEK
                kardeÅŸimizin
(facebook sayfasından 
              ilginç tespitler)
https://www.facebook.
com/nuri.birtek




Raci DURCAN
                  kardeÅŸimizin
(facebook sayfasından
             ilginç tahliller)
https://www.facebook.com
/raci.durcan?fref=ts



Mesut TORAMAN
                   karde?imizin
(facebook sayfas?ndan
dikkate de?er görüntüler)
https://www.facebook.
com/mesut.toraman.52









M. Selami Çekmegil 
                          kimdir!









    ____________________
BU SITE
    Selami ÇEKMEG?L’in
Yegenleri:
    Melike TANBERK ve 
    Fatih ZEYVELI'nin
 beyaz.net ekibi ile birlikte
      M.Said ÇEKMEGIL 
  an?sina ARMAGANIDIR!  


   Anasayfa arrow Güncel Yazılar arrow ESKÄ° ADIYAMANDA SOSYO-KÃœLTÃœREL YAÅžAM ...
ESKİ ADIYAMANDA SOSYO-KÜLTÜREL YAŞAM ... PDF Yazdır E-Posta
Kullanıcı Oylama: / 104
KötüÇok iyi 
Yazar Halit ÖZDÃœZEN   
17-05-2012

ESKÄ° ADIYAMANDA SOSYO-KÜLTÜREL YAÅžAM ve RAMAZAN

                                                                           Halit ÖZDÜZEN 
   Aklım ermeye baÅŸladığından itibaren, Ülkemizin birçok ÅŸehrinde Ramazanlar, dini ve milli bayramlar yaÅŸadım. Bu bayram günlerinin pek çoÄŸu bende önemli hatıralar bıraktı, fakat çocukluk ve gençlik yıllarımda Adıyaman’da yaÅŸadığım Ramazan ve birkaç dini bayramın coÅŸkusunu hiçbir zaman unutamadım. 
   1950’li yıllarda Adıyaman,  kalenin çevresinde kümelenmiÅŸ çoÄŸu avlulu toprak damlı evlerden oluÅŸan,  yaklaşık sekiz bin nüfuslu,  Malatya’ya baÄŸlı küçük ve ÅŸirin bir ilçeydi (1954’te il merkezi oldu). Ä°nsanlar geçimini genellikle tarıma dayalı olarak saÄŸladıkları için zanaatkârların çoÄŸunluÄŸu genel ihtiyaç maddeleri yanında, tarım ve hayvancılığa yönelik alet ve malzemeler imal ederdi.
Çarşıdaki diÄŸer esnaf ise, sanayi ürünü ve ilçede üretilmeyen ihtiyaç maddesi mal ve gereçleri dışarıdan temin ederek satardı. Åžehrin merkez ve köylerinde elde edilen ürünler katır ve merkeplerle çarşıya taşınıp, bir bölümü dışarıya satılırdı. Bazı ürünlerin alıcısı da kamu kuruluÅŸlarıydı; haÅŸhaşı ve tütünü Tekel Ä°daresi, pancarı Malatya Åžeker fabrikası, buÄŸday, arpa ve mercimeÄŸin bir kısmını T.M.O. satın alır; diÄŸer bölümü ya dışarıya satılır ya da tüketimde kullanılırdı. Halk ürettiÄŸi ürünleri, dışarıdan gelen tüccarlar adına çalışan aracıların oluÅŸturduÄŸu piyasada oldukça düÅŸük fiyattan satmaktan yakınır, ancak baÅŸka çareleri olmadığı için her yıl malını yine aracıya satmak zorunda kalırdı. Daha sonra Türkiye genel ekonomisinin bu ÅŸekilde oluÅŸtuÄŸunu öÄŸrenmem beni hiç de ÅŸaşırtmadı!
Gazlı ve boyalı içeceklerin olmadığı o yıllarda halkın serinlemek için içtiÄŸi genellikle, limonata, ayran, koruk ve meyan ÅŸerbetiydi. YoÄŸurt çorbası, su ve meÅŸrubatların soÄŸutulma iÅŸlemi içerisine atılan karla saÄŸlanırdı. MeÅŸrubatın dışında Ä°lçenin ve yörenin yaz aylarında vazgeçilmezleri arasında, keçi sütünden yapılan dövme dondurmayı da sayabiliriz.  Kar aynı zamanda dondurma imalatında da kullanıldığı için, bunaltıcı yaz aylarının hele Ramazanın en çok ara-
nan tüketim maddesiydi. Bu nedenle “karcılık” mesleÄŸi en önemli sektörlerden birini oluÅŸturmaktaydı.      Kış aylarında kar yaÄŸdığında daÄŸdaki güneÅŸ görmeyen çukurlar ve kuytu maÄŸaralara küreklerle basılarak sıkıştırılan karlar, yaz aylarında bloklar halinde kesilerek merkepler sırtında taşınır, çarşıda seyyar tezgâhlarda testere ile göz kararı kesilerek satılırdı. Talep çoÄŸalınca çarşının yanında Yenipınar ve Eskisaray camilerinin önünde de tezgâhlar kurulmaya baÅŸlandı. Birçok esnaf ve sanatkarın iÅŸi unvanı lakabına yansıdığı gibi,  bazıları da mesleklerini soyadı olarak almıştı.  Günümüzde “karcı”  yanında “ ekmekçi”, “deÄŸirmenci” , “köÅŸker”, “dereci “  gibi pek çok meslek, tarihin arÅŸivine kalktığı halde,  o iÅŸlerle uÄŸraÅŸanların torunları dedelerinin mesleklerini soyad veya lakap olarak yaÅŸatmaktadırlar.
       Her ailenin bir lakabı vardı, bu lakaplardan bazıları toplumda tebessüm, hatta gülüÅŸmelere sebep olacak kadar tuhaftı. Soya mal olmuÅŸ lakaplar,  ailenin aidiyet bağını temsil ettiÄŸinden, yöre kültüründe oldukça önemlidir.
Söz lakaptan açılmışken, biraz da kendi aile lakabımızdan bahsedeyim. Büyük dedem Yusuf, çulha (dokumacı) mesleÄŸini yapmaktaymış. Genellikle de yatak ÅŸiltesi dokuyarak çarşıda satarmış. Bu nedenle “ÅŸilte”  lakabıyla ünlenmiÅŸ. Onun oÄŸlu Abdurrahman dedem, soyadı yasasından önce atadan gelen “Düzen Ali oÄŸulları” unvanının yanında, bu lakabı da kullanırmış. Soyadı yasasında diÄŸer amca oÄŸullarından Åžeyh (Abdurahman) Efendi  nüfus memuru olma avantajını kullanarak,  “Düzen” soyadını alıp bloke edince, dedem de  “esas düzen benim” diyerek “Özdüzen” soyadını almış; baÅŸka bir amca oÄŸlu da “sapına kadar düzen benim” deyip “Sapdüzen” soyadını alarak halkayı tamamlamış.
     Babam Tuz Hanı önündeki dükkânlarda büyük illerden getirerek Adıyaman genelinde satışını yaptığı tuz, tenekeli gaz, benzin, demir, kalay, tarım gereçleri gibi mamul ve yarı mamul maddelerle uÄŸraÅŸtığından, halktan nalbant, demirci, kalaycı ve ÅŸoför esnafı yanında, köylülerle de diyalogu oldukça yüksekti. Bu nedenle, ÅŸehrin yanında köylerde de tanınmaktaydı. Babamın o yıllarda birkaç kez,“keÅŸke deden ‘ÅŸilte’ soyadını alsaydı, benim iÅŸime daha çok yarardı”  diye yakındığını duyunca, bir anlam verememiÅŸtim. Daha sonraki yıllarda, ticarette “marka” olmanın ne iÅŸe yaradığı ve “marka deÄŸerinin”   ne olduÄŸunu öÄŸrendi-ÄŸimde, babamın bilerek ya da bilmeyerek o günlerde çok önemli bir konuya parmak bastığını anladım.
         Tarımsal Üretim Alanları
       Åžehirdeki evlerin hemen bitiminde, yaklaşık bir- iki kilometre geniÅŸliÄŸinde ÅŸehri çevreleyen ve sulu tarım yapılan bahçeler kuÅŸağı bulunmaktaydı. Onların üzerinde anaç gever denilen geniÅŸ su arkları, o arkların devamında daha küçük kanallarla sular, bahçe arklarına kadar taşınırdı. Su sırası gelen bahçe sahibi ya da “cenan” denilen yarıcılar bahçelerini bu sularla sularlardı. Su kanalları iÅŸini düzenleyen koruma-kontrol görevlilerine “harıkçı” veya “sucu” denilmekteydi. O iÅŸle uÄŸraÅŸan ÅŸahıslar da soyadı yasasıyla, “Sucu” veya “Harıkçı”  soyadını almışlardı.
     Su arkları, yaz aylarında sulama iÅŸlevinin yanında çocukların yüzme ve eÄŸlence yerleriydi. Kadınlar çamaşır ve yatak yünlerini orada yıkar, çevresinde Sahra (piknik) yaparlardı. Tokaçlarla dövülerek yıkanan çamaşır ve yatak yünleri arkların çevresindeki siyeç (çit) ve çalılıklara sererek kuruturlardı.  Bizim kuÅŸak yüzmeyi o kanallarda öÄŸrenerek, “Pirin” ve o zamanlar “Millet Bahçesi” denen parkın havuzunda geliÅŸtirmiÅŸtir. Åžimdilerde o kanallar ve havuzların yerlerinde yeller esmektedir.
      Meyve bahçeleri ve derelerde erik, elma, kaysı, kiraz, ceviz, nar, dut ve incir üretimi yapılmakta, yine mevsimine göre,  lahana, marul, pörçüklü (siyah havuç), soÄŸan, samursak, maydanoz, mısır, fasulye, domates, kabak,  karpuz, patlıcan, biber, bamya gibi tüketim; pamuk, tütün, pancar, haÅŸhaÅŸ, gibi sanayi ham maddeleri, arpa, yonca gibi yem bitkileri üretilirdi. Her evin birkaç kümes hayvanı yanında süt ve gübresinden yararlandığı küçük ya da büyükbaÅŸ hayvanı olur, bahçelerde yetiÅŸen yabani ot ve zirai atıklarla beslenirlerdi. Dere iÅŸleriyle uÄŸraÅŸanlara  “dereci” denildiÄŸi gibi, bahçe iÅŸleriyle uÄŸraÅŸanlara da “bahçeci” denilmekteydi.
     Su kanallarının hemen üst bölümünde, bir ya da iki kilometrelik arazi kuÅŸağında, üzüm baÄŸları, incirlikler dutluklar ve fıstıklıklar bulunur; bunların arasındaki tarlalara da kavun, karpuz ve hıta (acur) ekilirdi. BaÄŸ kuÅŸağından sonra, çevredeki en yakın köylerin hududuna kadar uzanan susuz tarım arazileri yer almaktaydı. Oralarda da genellikle buÄŸday, arpa, nohut, mercimek ekilmekteydi. Göçler sonucu, modernite ve ÅŸehirleÅŸme ile beraber o üç kuÅŸak tarım alanı da yok oldu. Bununla da yetinmeyen ÅŸehir, kendi kabına sığmayarak çevre köyleri de yutmaya yöneldi. Sonuçta o natürel gıdalarla beslenen insanların torunları, ÅŸimdilerde marketlerin hormonlu gıdalarına mahkûm oldular!
        Serin BaÄŸ Geceleri
     Yaz aylarında ÅŸehir çok sıcak olduÄŸundan, haziran ayından itibaren halk baÄŸ ve bahçelere göçerek oralarda konaklardı.  Ä°klimden dolayı gündüzler kırsalda da sıcak olmakla beraber, geceleri hayli serin ve sakin olurdu. Åžehirde ayrı ayrı mahalle ve sokaklarda yaÅŸayan insanların yazlık komÅŸulukları baÅŸlardı. Buradaki komÅŸuluklar daha bir sıkı –fıkı, daha bir candandı. Büyük küçük herkes birbirinin mal, can ve namusunu kollamaya çalışırdı. Bir tehlike anında birleÅŸerek, o tehlikeyi uzaklaÅŸtırır,   hastalık ve cenaze iÅŸlerinde yakın akraba gibi yardımla-şırlardı. KomÅŸular kendi mahsulünden birbirine ikram ettiÄŸi gibi, ürünün hasat dönemlerinde ihtiyaç sahibine kap, kacak araç-gereç takviyesi yapılıp, imece usulü yardımlaÅŸma saÄŸlanırdı. Bu nedenle kırda ÅŸehirden ayrı bir kültür ve sosyal anlayış geliÅŸmiÅŸti. O kültür belki de tarihteki göçebe yaÅŸamın o günlere kadar taşınan bir bölümüydü!
       Kırsalın yeni sakinlerinin baÄŸ ve bahçesinde “hayma”’sını*  kurduÄŸu araziye hâkim bir yerleri olur, her yıl sürekli oraya kurardı. Ailelerin sosyo- kültürel ve ekonomik yapısına göre bazı farklılıklar görülmekle beraber, “hayma”  yere çakılan dört kalın çatallı aÄŸacın üzerine yayılan tahta döÅŸeme ya da üstüne kurulan hurma tahttan oluÅŸurdu. Kat yüksekliÄŸi iki buçuk, üç metre kadar, kapladığı alan yaklaşık sekiz- dokuz metre kare civarındaydı. Haymanın üç cephesi, içerisi gölgelik olsun ve rüzgârdan korunsun diye yapraklı aÄŸaç dallarıyla kaplanırdı. Hayma yerinin yakınında (genellikle güneyinde), kuzeyi taÅŸ ve çamurla siperlenmiÅŸ ateÅŸ yakılıp, yemeÄŸin yapılacağı taÅŸtan yapılma bir ocak, onun ilerisindeki sapa bir yerde, çevresi aÄŸaç dallarıyla çevrili, kapısı bezden yapılma, taÅŸ yükseltili bir tuvaleti olurdu. 
      Su, komÅŸuların müÅŸterek kullandığı kuyulardan, genelde kadınlar ve çocuklar tarafından kovalarla çekilerek taşınırdı. Bazen de erkekler tarafından teneke *Hayma, eski Türklerde çadır demektir.
veya tuluklarla merkep sırtında taşınarak, büyük bakır bir kazanda depolanır, içme ve yemek dışındaki ihtiyaçta kullanılırdı. AkÅŸamları yemekler yendikten sonra, tahtın üstüne “süllüm” denilen aÄŸaç seyyar merdivenden çıkılır; orada
sohbet edilir ve uyku zamanı yatılırdı. Geceleri -yatıncaya kadar- aydınlatma ekonomik konumu zengin ailelerde lüks lambası diÄŸerlerinde gemici feneri ile yapılmaktaydı.  Sabahleyin yaÅŸam aktivitesi haymanın gölgeliÄŸinde devam ederdi. Bu yarı göçebe yaÅŸam, baÄŸlarda “kergah” denilen baÄŸbozumu, bahçelerde hasat sonuna kadar sürmekteydi.
     Babam ÅŸehirdeki ticarethane yanında, baÄŸ ve bahçe iÅŸleriyle de uÄŸraÅŸmayı severdi. Bağın yakınındaki bahçe ve tarlalarını pamuk ve tütün ekimi için yarıcıya verir, her gün sabah namazından sonra giderek oraları kontrol eder, bizler uyanmadan dönerdi. Ticaret yanında yazı-yaban iÅŸlerini de baÅŸarıyla yürütmesi,  çevrede takdirle karşılandığını gözlemiÅŸ, pek çok kiÅŸinin o konuda kendisine danıştığına ÅŸahit olmuÅŸtum. Yönelen yardım taleplerinden kıvanç duyar, fiilen yardımcı olmaktan büyük zevk alırdı.  Babam gibi pek çok aile reisi de sanat ve ticaret yanında baÄŸ ve bahçe iÅŸlerinden anlardı. Günümüz insanlarının bitkinlik ve yılgınlığına baktığımda, o insanların bitmez tükenmez enerjiyi nereden ve nasıl elde ettiÄŸini anlamakta zorlandığımı belirtmek isterim. Ä°ÅŸin sırrı, belki de temiz hava, su ve doÄŸal gıda da saklıydı. Onlar ekonomik yönden çok fazla zengin deÄŸillerdi, ancak oldukça mutluydular. Bizlere gelince, zenginimiz –fakirimiz mutsuz ve karamsar yaÅŸamaktayız.
       On beÅŸ, yirmi baÄŸ grubunu bekleyip koruyan bir baÄŸ bekçisi olur,  bekçiler gözleme haymasının yanına yaptıkları küçük oval haymalarda yaÅŸarlardı. BaÄŸ bekçisinin bekçi hayması, kule ÅŸeklinde ve diÄŸer haymalardan oldukça yüksek olur,  oradan baÄŸları gözetlerdi. Bağımız ÅŸehrin kuzey batısında, ÅŸimdiki I. çevre yolunun iki yüz metre kadar kuzeyindeydi;  çevresinde yaklaşık on, on beÅŸ aileyle yakın komÅŸuluk iliÅŸkilerimiz vardı. Bunlardan hatırlayabildiÄŸim kadarıyla,  Fehmi Bilgin (Fehmi Hoca) Arnavut Ali lakaplı “Ali Tankut”, Kunduracı Hacı Åžükrü, ”Leblebici Osmanlar”dan Osman Yarman, ”Kurt Beko gil”  , “Kör Sılo gil” , “Kel AÄŸa gil”, “Postacı Hamza”  ve “Kara Sultan gil”i sayabilirim. Birkaç baÄŸ ilerde de dayımlar Ali ve Mustafa Adıyaman’ın baÄŸları bulunmaktaydı.
    Hacı Fehmi Efendi, baÄŸdaki haymasının birkaç metre ilerisindeki boÅŸ alana, yerden yirmi, yirmi beÅŸ santimetre yükseklikte yaklaşık on, on beÅŸ kiÅŸinin namaz kılacağı ebatta bir seki yapar, sekinin üzerini de balçıkla sıvatırdı.  AkÅŸam yemekleri hava kararmadan yenilmekteydi. KomÅŸu aile reislerinin bazıları yemekten sonra Hacı Fehmi Efendinin bağında toplanarak, akÅŸam namazını cemaatle kılar yatsıya kadar sohbet ederek namazı kılarak dağılır, bazen yatsıdan sonra da bir müddet sohbet ederlerdi. Babamın sesi güzel olduÄŸundan, bazen Eskisaray Camii minaresinden ezan okurdu. Hacı Fehmi Efendi baÄŸda da okumasını istediÄŸinde sabah ezanını bizim baÄŸda, akÅŸam ve yatsı ezanını namaz yerinde okurdu.  BaÄŸ yaÅŸamı boyunca Hacı Fehmi Efendi fahri imam, babam da müezzindi. Ailelerin gençleri akÅŸamları Kunduracı Hacı Åžükrü’nün bağında toplanırken, hanımlar kız çocukları ile beraber sırasıyla her gece komÅŸu haymalardan birinde toplanarak çay, kahve içerek fal bakar,  aralarında hikâyeler anlatıp, sohbet ederlerdi. Erkek çocuklar da bizim bağın takımında(kenar)ki dut aÄŸacının altında toplanarak oyunlar oynardık.
      Hacı Fehmi Efendi, âlim ve ÅŸair olarak Adıyaman’da iz bırakanlar kervanına katılan ender ÅŸahsiyetlerden biridir. Babam kendisinden oldukça istifade ettiÄŸini söylerdi. Hacı Fehmi Efendi Hocaömer Camii’nin kadrolu imamıydı; ÅŸehirdeki evi de caminin bitiÅŸiÄŸindeydi. Bizim evimiz Eskisaray Mahallesinde fakat Hoca’nın görevli olduÄŸu camiye yakındı, bu nedenle babam ÅŸehirdeki sabah ve yatsı namazlarının çoÄŸunu da onunla beraber kılardı.  Çocuklukta baÄŸda ve aydınlanma dönemimden sonra, birkaç Cuma’yı hocayla beraber kılmam nasip oldu; fakat o dönemler baÄŸ yaÅŸamı bittiÄŸinden onunla sohbet etme ÅŸansım olmadı. 
      Bir seferinde Hama(Suriye)’lı Kadiri postniÅŸini Peygamber Efendimizin torunlarından Nakübü’l EÅŸraf, âlim Seyyid Muhammed Murtaz-i Geylani Hazretlerini misafir ettiÄŸimiz Kayalık’taki fıstıklıkta karşılaÅŸtık. Babamla beraber gelmiÅŸlerdi; daha doÄŸrusu babam, Seyyid Hazretlerinin ilmi ve tasavvufi derinliÄŸini ölçmesi için hocayı beraberinde getirmiÅŸti.  Hacı Fehmi Efendi ve babamı o zata takdim edildiÄŸinde, hal ve hatırlarını sorarak iltifat etti. Toplantı oldukça kalabalıktı; sohbet sırasında bazıları soru da sormaktaydı. DoÄŸrusu Hacı Fehmi Efendinin de sohbete katılmasını beklemiÅŸtim, fakat edeple dinledikten sonra verilen arada oradan ayrıldılar. Babam dışarıda Hacı Fehmi Efendiye Seyyid Hazretlerini nasıl bulduÄŸunu sorduÄŸunda, Ä°lmi ve Tasavvufi derinliÄŸinin çok yüksek bir zat olduÄŸunu söylemiÅŸ.
       Kendi gözlemlerim ve Adıyaman’da bazı mürekkep yalamış ÅŸahıslardan dinlediÄŸim kadarıyla Hacı Fehmi Efendi de âlim sayılabilecek kadar nadir insanlardan biriydi. Nitekim “AÄŸaç meyvesinden belli olur.” Åžemseddin Bilgin gibi bir evlat yetiÅŸtirmiÅŸ olması da bunun göstergesidir. Ne mutlu Fehmi Hoca’ya ki takvası, ilmi kiÅŸiliÄŸi ve bıraktığı ÅŸiirleriyle adını ölümsüzler listesine yazdırmayı baÅŸarmıştır.
        Yaz Sıcağında Ramazan
    Yanılmıyorsam 1951 yazıydı, Ramazan ayı temmuza denk gelmiÅŸti,  sıcaklar ortalığı kasıp kavurmaktaydı, buna raÄŸmen fırın veya demirci ocağının karşısında çalışan esnaf ve sanatkârlar, tarla ve bahçedeki iÅŸçi ve reçberler,  inÅŸaatta amele,   hatta güneÅŸin çatında çalışan buÄŸday, arpa ve diÄŸer ekinleri biçen orakçılar, o uzun günlerde severek ve isteyerek oruç tutmaktaydı. Tarlalardaki buÄŸdayların oraklarla biçilmesi hayli zaman alır, toplanan saplar harman yerine yığılır, üzerinden öküzlerin çektiÄŸi düven gezdirilerek, kesilmesi saÄŸlanır, daha sonra da sap, saman ve buÄŸdayın birbirinden ayrılması için elle çevrilen harman makinesinden geçirilirdi. Bu iÅŸlemlerin tamamına yakını insan gücü ve emeÄŸiyle yapılmaktaydı. Oruç, insanların günlük iÅŸleri aksatmadığı gibi, onlara daha da bir ÅŸevk ve çalışma arzusu verirdi.
     Çocukluk yıllarımızda harmanın en zevkli bölümü, düvenin üzerinde oturarak düvencinin öküzleri sürerken söylediÄŸi türküye iÅŸtirak etmekti.köylerden gelerek mevsimlik olarak tarla ve bahçede çalışan iÅŸçiler çoÄŸu zaman ortamı zevkli hale dönüÅŸtürmek için, ya uzun hava ya da koro halinde Türkçe veya Kürtçe neÅŸeli türküler söylerlerdi; bazılarının sesi oldukça yanık olduÄŸundan çevredekileri de etkilerdi. Bazen de bir bahçede söylenen “ Uzun Hava”ya bir baÅŸka bahçeden yüksek perdeden karşılık veren iÅŸçi, kendi sesinin daha güzel olduÄŸunu kanıtlamaya çalışırdı. O türkü ve uzun havalar Yukarı Mezopotamya folklorunun tarihi birikimini yansıtmaktaydı. Bir kısmı derlenmiÅŸ olsa da, pek çoÄŸu derlenerek kayda alınmadığı için diÄŸer kaybolan folklorik öÄŸelerde olduÄŸu gibi, sözlü kültürle beraber yok olup gittiler.
         Ramazan öncesi evlerde hummalı temizlik ve çamaşır iÅŸleri baÅŸlar, sonra büyük “teÅŸt”lerde* hamurlar yoÄŸrularak hanımlar ÅŸehriye yapar, arkasından ekmek
*TeÅŸt, çiÄŸ köfte ve çamaşır leÄŸeninden büyük ve derin bakır kap.
tahtalarında yufka ekmekler açılarak,  bir iki ocaÄŸa kurulan saçta piÅŸirilerek “ekmek sele”sine* üst üste yığılırdı. Takip eden bir baÅŸka gün, içerisine katılan yumurta, süt, ÅŸeker ve yaÄŸla hamur yoÄŸrularak peksimet yapılır, üzerine çörekotu serpilerek, piÅŸmesi için tepsiler halinde çarşıdaki ekmek fırınlarına gönderilirdi. Sahurda zevkle yenen bir baÅŸka hamur yemeÄŸi de “tava kıllor”u ve “semsek”ti. Semsek mayalı hamurdan el büyüklüÄŸünde açılarak, içerisine ezilmiÅŸ taze peynir ve maydanoz karışımı harç konularak aÄŸzı kapatılır, kızgın tavada zeytinyağında piÅŸirilirdi. Kıllora gelince bu yiyecek EskiÅŸehir yöresinin çiÄŸ böreÄŸine benzemektedir. YoÄŸrulan mayalı hamur bir veya iki el büyüklüÄŸünde açılarak yine tavada yaÄŸda piÅŸirilir; piÅŸtikten sonra sıcak haldeyken üzerine toz ÅŸeker veya pekmez dökülerek biraz soÄŸuyunca yenilirdi. Köylerde yapılanlar genellikle pekmezli olurdu; fakat her nedense biz çocuklar kıllorun ÅŸekerlisini daha çok severdik. Kıllor, aynı zamanda köylülerin vazgeçilmez bayram tatlısıydı; o günlerde köylülerin söylediÄŸi özdeyiÅŸ hala kulaklarımda: ”Kıllor yapılmazsa, bayramın geldiÄŸi anlaşılmaz.” Åžimdilerde köylerde hala yapılmaya devam ediliyor mu bilmiyorum. Korkarım  onlar da ÅŸehirliler gibi ÅŸekeri G.D.O.’lu  mısır niÅŸastasından yapılan hazır tatlılara  yönelmiÅŸlerdir.
     Ramazan’ın yirmisinden sonra, ÅŸehirde bayram hazırlıkları baÅŸlar, bayramlık kumaÅŸlar terziye verilir, ayakkabılar kunduracı veya köÅŸkerlere sipariÅŸ edilirdi. Alınan bayram ÅŸekeri, kolonya yanında kavrulan çiÄŸ kahve kokuları sokakları sarardı. O dönemde, kahve henüz markette satılmadığından, çiÄŸ olarak alınıp, özel demir tavalarda kavrularak, dibeklerde dövülürdü.
    Bahar ve yaz aylarına gelen bayramlarının vazgeçilmez tatlısı peynir helvasıydı. Kaba pirinç unu, taze peynir ve ÅŸekerle yapılarak, üzeri ceviz veya fıstıkla süslenirdi. Domates mevsimi geldiÄŸinde, ailelerin nüfusuna göre büyük veya orta kalaylı bakır tavanın altına kuzu eti, onun üzerine patlıcan ve biber, aralara katılan sarımsak, onun üzerine de bolca domates doÄŸranarak “Adıyaman Tavası” yapılırdı. “Tava” akÅŸama doÄŸru ekmek fırınlarında piÅŸmeye verilir, iftarda karlı ayranla afiyetle yenirdi. ÇiÄŸ köfteye gelince, Urfa’da icat edilip, Adıyaman’da geliÅŸtirilerek, gurbetçi iÅŸ adamlarımızın çabalarıyla markalaÅŸarak, Türkiye çapında “Adıyaman ÇiÄŸköftesi” olarak ünlenmiÅŸtir. ÇiÄŸ köfte de tava gibi, ramazanda iftar sofralarının vazgeçilmez yemeklerindendi.
 * Sele, genellikle yaÅŸ söÄŸüt dallarından Karaçi (göçebe Çingene)’lerin yaptığı içine ekmek konan kap. Aynı ÅŸekilde küçük sepet, üzüm küfesi ve   kapaklı kavurma sepeti de yaparlardı.
      Her evin ekonomik konumuna göre bayram sabahları yaptığı bayram yemekleri geleneÄŸi de vardı. Ekonomik durumu iyi ve cömert bazı aileler bayram sabahı yemek ve tatlıyı bolca hazırlayarak, akraba ve komÅŸuları davet ederlerdi. Hatta bazı aile reislerinin, bayram namazından çıktıktan sonra, namaza gelen yabancıları dahi yemeÄŸe davet ettiÄŸi olurdu. Sanırım o gelenekler günümüzde pek yaÅŸatılmamaktadır. Bayram sabahı çekirdek aileler kendi aralarında diÄŸer günlerde olduÄŸu gibi kahvaltı yaparak, bayramı geçiÅŸtir-mektedirler.
      Sakal-ı Åžerif ve Leyle-i Kadir
      Ramazanın 26. günü öÄŸle namazından sonra tellal çarşıda ikindi namazından sonra Ulu Cami’de Peygamber Efendimizin “Sakal-ı Åžerifi”nin ziyarete açılacağını ilan etti. Babam abdest alarak kendisiyle beraber Ulu camiye gelmemi istedi. Ezan okununca hazırlanıp, dükkânı kapatarak camiye doÄŸru yöneldik. Dükkânlarını kapatmış birçok esnafın da bizim gibi, o tarafa akın ettiÄŸini  gördük. Ulu Cami Adıyaman’ın en eski yapılarından biri olup, Osmanlı dönemi öncesi DulkadiroÄŸulları BeyliÄŸi zamanında, Adıyaman Beyi “Eslemez”  tarafından yaptırılmış, daha sonra birkaç defa onarım görmüÅŸtür. Çocukluk yıllarımda camide dış avlu ve avlu içerisinde iki katlı hücreler bulunmaktaydı. Daha sonra önündeki yolun geniÅŸletme çalışmalarıyla avlu ve hücreler ortadan kaldırıldı.
      Ä°kindi namazı oldukça kalabalık olduÄŸundan, halk avluya kadar taÅŸmıştı.   Biz de avluda bir yer bularak, serilen hasırların üzerinde namazı kıldık. Tespih ve dua sonrası bir hafız oldukça güzel sesiyle “aşır” okudu, arkasından tekbir ve Hz. Peygambere salâtı-selam getirmeye baÅŸlayınca, cemaatte tekbirlere coÅŸkuyla iÅŸtirak etti. Ä°nsanlar hürmet ve tazim içerisinde tek sıra halinde caminin kuzey kapısından içeriye girmeye baÅŸladılar. Ziyaret görevini tamamlayanlar doÄŸu kapısından çıkarak ayrılmaktaydı. Uzun bir bekleyiÅŸten sonra, camiinin  kuzey kapısından girebildik. Ä°çeri oldukça kalabalık ve sıcaktı, buram buram terlemeye baÅŸladık.  Uzun bir bekleyiÅŸten sonra sıra bize gelebildi. “Zombaba”lardan manifaturacı Hacı Efendi elindeki ÅŸiÅŸenin içerisinde bulunan Sakal-ı Åžerifi gelenlere ziyaret için uzatıyordu.  Babamdan sonra sıra bana geldiÄŸinde öperek başıma koydum, o an yaÅŸadığım duyguları burada kâğıda dökmem imkânsız; ancak yaÅŸandığında anlaşılacak duygular olduÄŸunu belirtmekle yetineceÄŸim.
     Burada ÅŸu noktaya da deÄŸinmekte yarar var,  pek çok toplantıda, yeryüzünde bulunan Sakal-ı Åžerif, Hırkayı Åžerif ve Topkapı Sarayındaki kutsal emanetlerden hangisi gerçek, hangisi gerçek deÄŸil, ÅŸeklindeki sorularla çok muhatap oldum! Bana göre o objelerin bir kısmı veya hiçbiri Hz. Resulullah’a ve Ä°slam büyüklerine ait olmayabilir. Fakat ben onları “gerçek olabilir” düÅŸüncesiyle ziyaret etmekteyim.
       Ramazanın son haftası zekât ve fitreler verilmeye baÅŸlayınca, fakirlerin yüzü biraz da olsa gülmeye baÅŸlamıştı. Bayramların sosyal yardımlaÅŸma konseptiyle toplum katmanlarını yılda birkaç kez de olsa, birbirine hatırlatarak, yaklaÅŸmalarını saÄŸlamaktadır. Bu özellik, Ä°slam’ın diÄŸer din ve kültürlerde bulunmayan- ya da unutulan- en önemli özelliÄŸidir. Bunca saldırı ve misyoner faaliyetlerine raÄŸmen, Ä°slam toplumu yine de ayakta kalabilmiÅŸse, bunu Rama-zan ve bayramlarda yaÅŸanan sosyal ve ekonomik dayanışmaya borçluyuz. 
     Henüz Adıyaman’ın elektrik ve elektrikli gereçlerle tanışmadığı yıllarda mübarek gecelerde yakılan gazyağı kandilleri ve lüks lambaları camileri, adak mumlarıyla da, türbeler ışıl ışıl olurdu. Yatsı namazı öncesi mahalle çocukları müezzinle beraber minareye çıkar; Ramazanın ilk on beÅŸ günü “ Merhaba ya ÅŸehri Ramazan”, son on beÅŸ günü de, “ elveda ya ÅŸehri Ramazan” karşılama ve uÄŸurlama ilahisinin nakaratını söylerdik. Fakat o yaz baÄŸda olduÄŸumuz için, bu koroya katılamamıştım. Ama Ramazanın ilk gecesinde olduÄŸu gibi, Kadir ve Bayram gecesi de lastik meÅŸaleler yakarak, ortalığı aydınlattık.
         BaÄŸda Kelle Vurmak(piÅŸirmek)    
         BaÄŸ yaÅŸamının en keyifli yanlarından biri geceleri  lastik meÅŸaleler yakmak, bir diÄŸeri de gençlerin kelle-paça piÅŸerken aralarında oyunlar oynayarak eÄŸlen-meleriydi.Genellikle kelle vurulurken de lastik meÅŸale yakılırdı. Eski Adıyaman toplumunda yaÅŸamış her gencin kelle vurma (piÅŸirme) ile ilgili mutlaka komik hatta trajikomik bir anısı olmuÅŸtur. Kelle ve dolma ÅŸehrin yemek kültüründe önemli yer etmiÅŸ olmalı ki,  “Dolma” gibi “Kelleci” lakapları da bir kaç ailede  soyadı olarak  yaÅŸatılmaktadır.
     Kelle vurmak genellikle genç ve orta yaÅŸ erkelerde oldukça yaygındı. Fakat, çok eski bir gelenek olarak erkekliÄŸe yeni adım atan gençlerde - birazda cesaret ve erkekliklerini ispat için- yaz aylarında baÄŸda kelle piÅŸirerek eÄŸlenirlerdi. Kelle genellikle hafta sonu geceleri -ocaÄŸa-vurulurdu. Gençler geceyi belirledikten sonra yer olarak aralarındaki arkadaÅŸlardan birinin bağında toplanırlardı. Gruplar genellikle yedi,sekiz kiÅŸiden az olmamak üzere on beÅŸ,yirmi kiÅŸiye kadar olabilirdi. Kelle gece piÅŸirilip, sabaha karşı ya da güneÅŸ doÄŸarken yenilirdi. Toplanılan akÅŸamın yemeÄŸi, genellikle tava ya da çiÄŸ köfte olurdu. Hazırlıklar sabahtan itibaren baÅŸlar,  aralarında topladıkları  paralarla kendi sayılarına göre birkaç  kuzu başı,  akÅŸam yemeÄŸi  veya malzemesi ile bol miktarda  ekmek,  gece yiyecekleri meyve ve  kuruyemiÅŸleri yanlarına alarak ,akÅŸama doÄŸru baÄŸ yolunu tutarlardı.
    BaÄŸda akÅŸam yemeÄŸini yedikten sonra içlerinde tecrübeli olanlar ve elinden iÅŸ gelenler kelleyi yıkayarak,  içi kalaylı özel bakır kelle kazanına doldurup, üzerine yeterli miktarda  su ve tuz ilave ederek,  piÅŸmesi için  ocaÄŸa koyarlardı. Kelle çok geç piÅŸen bir et olduÄŸundan orta ateÅŸte piÅŸmesi dört,beÅŸ saat alırdı. PiÅŸmesi beklenirken, darbuka ve saz eÅŸliÄŸinde ÅŸarkılar söylenerek oyunlar oynanırdı.Bu nedenle  gençlerin kelle piÅŸirdiÄŸi baÄŸ ve çevresi cümbüÅŸ yerine dönerdi. Daha sonra aralarında bilmece ve hikâyeler anlatarak, güç ve kurnazlığa dayalı mahalli ÅŸakalar yaparlardı.
    Gece ilerleyince çoÄŸu yorgunluktan mest düÅŸenler bir baÄŸ  tiyeÄŸinin (tevek) altında yatarak uykuya çekilir, uyanık kalanlar kendi aralarında eÄŸlenmeye devam ederdi. Derken onları da uyku bastırınca,  aralarından bir “açıkgözü” nöbetçi bırakarak kazana yakın bir çevrede diÄŸerleri gibi onlarda uyurlardı.  Aralıklarla  kellenin piÅŸip-piÅŸmediÄŸini  kontrol eden  nöbetçi, piÅŸtiÄŸinden emin olunca  kazanın altındaki ateÅŸi ocağın önüne çeker,piÅŸmiÅŸ kelleyi dinlenmeye bırakırdı. Bundan sonra nöbetçinin görevi kazandaki kelleyi beklemek ve güneÅŸin ilk ışıklarıyla arkadaÅŸlarını uyandırmaktı.  Fakat gecenin sessizliliÄŸinde onca insanın horul ,horul uyuduÄŸu ortamda, sabaha kadar uyanık kalmak, ana kuzusu yeni yetme bir genç için oldukça zordu.
   EÄŸer nöbetçi deneyimli biri deÄŸilse, bir müddet sonra o da oturduÄŸu ocağın başında uykuya dalar,  iÅŸte o zaman birilerine gün doÄŸardı. Onca kiÅŸinin arasından gecenin bir saatinde kellenin - hatta kazanıyla- çalınması kültürümüzde hırsızlık deÄŸil, tam tersi yiÄŸitlik olarak algılanmaktaydı. Bu nedenle kelle piÅŸirmeye giden topluluÄŸu avlamak isteyen pek çok yakın- ya da uzak -  sözde arkadaÅŸları olurdu. Onlar “maharetle” çaldıkları kelleyi bir baÅŸka baÄŸda midelerine indirirken, onca uÄŸraşı ve gayretle raÄŸmen kelleyi kaptıranlar o sabah aç kalmakla yetinmez, üstüne üstlük yıllarca “yiÄŸitlik”(!)leriyle alay edilirdi
     Aslında baÄŸda gençlerin kelle piÅŸirmesi, o yıllarda yaÅŸayan folklorumuzun bir parçası olmuÅŸtu. Kelleyi çalmaya gelenler birkaç kiÅŸiden oluÅŸur, bazıları gözcülük yaparken, diÄŸerleri kazanı bekleyen bekçi ve uyuyanların yüzlerini ocak karasıyla boyar,  birisi de piÅŸmiÅŸ kelleyi ocaktan alarak hızla kaçırdı. Bazen de kazanı oradaki bir leÄŸene boÅŸaltıp götürürken ,boÅŸ kelle kazanının içerisine bir kaplumbaÄŸa ya da irice bir taÅŸ koyarlardı. BaÄŸlarda yaÅŸayan hayvanlardan en bol olanı, üzümü çok seven kaplumbaÄŸaydı. Zavallı hayvan kelleciler uyanana kadar  kazandan çıkmaya çabalardı. Sabahleyin uyananlar uyku mahmurluÄŸu ile  birbirlerinin yüzüne bakarak önce gülümser, sonra kelle kazanına yönel-diklerinde baÅŸlarına  gelen felaketi anlar,saÄŸa sola saldırır, birbirlerine çatar, yerleri yumruklarlardı;  ama nafile olan olmuÅŸtu.
    Bir iki gün sonra, yaÅŸanan onca rezilliÄŸi öÄŸrenerek araya giren yaÅŸlılar , olayın daha fazla büyümesini önlemek için tarafların liderlerini  toplayarak, bir ziyafetle vererek iÅŸi tatlıya baÄŸlarlar; kelle bedelini karşı taraftan alıp kelecilere vererek   zararlarını telafi ederlerdi. Fakat kelleyi kaptıranların beceriksizliÄŸi aylar hatta yıllarca konuÅŸulurdu.
    Fakat bazen de tam tersi olurdu, oturduÄŸu yerde uyuklayan  nöbetçi kelle hırsızlarının  ocak başına  yaklaÅŸtığını anlayarak, arkadaÅŸlarını sessizce uyan-dırır,el iÅŸareti ve dudak hareketi veya fısıltıyla kendilerini gözleyenleri haber verirdi. Uyananlar uyku taklidi yaparak, önceden hazırladıkları ip ve sopalarla hırsız(lar)ı  beklerlerdi. Kelleciler uyuyor görüntüsünde beklerken,iki ya da  üç kiÅŸiden oluÅŸan “kelle hırsızları” ocak alanına yaklaÅŸtıklarında üzerlerine çullanarak onları yakalayıp, el ve ayaklarını baÄŸlarlardı. Hırsızları iyice bir sopadan geçirdikten sonra, elbiselerini üzerlerinden alarak yüzlerini karalayıp, don gömlek yola salıverirlerdi. Bu seferde kelle vuranların cesaret ve maharetleri konuÅŸulup,  taktir toplarken, hırsızların yaÅŸadığı rezalete  gülünür ve toplumda uzun süre horlanırlardı.
   Bu yarenliÄŸin tarihteki hangi kültürün kalıntısı olarak çağımıza taşındığını belirlemek oldukça zor. Ancak kültürümüzde kelle ile ilgili bilinen önemli ritüeller bulunmaktadır. Ä°slam öncesi eski Türklerde tören ve ÅŸölen yemek-lerinde kesilen hayvanın postu yüzülerek içerisi temizlenip özel baharatlar sürülerek gövde halinde piÅŸirilir ilk ikram olarak, kellesi ve özel olarak beyninin beylere sunulduÄŸu bilinmektedir. Hatta bu gelenek Alevi Türkmenlerde günümüze kadar taşınmıştır; Kurban veya adağın piÅŸirilen başı,  özel törensel bir sunumla  “Cem Dedesi”ne ikram edilmektedir.
    BaÄŸlar binalara kurban verilince, gençlerin kelle piÅŸirme gelenekleri de yok olup gitti, bu nedenle insanlar artık “erkeklik sınavını” vermeden de erkek o-labiliyorlar (!) Åžimdilerde  o BaÄŸlarda piÅŸen kelleler kadar lezzetli olmasa da, ÅŸehrin bazı lokantaları o güzel anıları yaÅŸatarak, akÅŸamdan hazırlayarak fırında piÅŸirdikleri  kelle-paçaları  sabahın serinliÄŸinde, güneÅŸin ilk ışıklarıyla o gençlerin torunlarına sunmaya devam ediyorlar…


                                                                         Birinci Bölümün sonu
Not.  Yazı, ikinci bölümüyle: “ Eski  Adıyaman Kültüründe Bayram” baÅŸlığıyla  devam edecek   

Yorum
Bir HaÅŸiye...
Yazar admin açık 2012-05-19 21:01:24
Bir izleyicimizden bir HaÅŸiye; diyor ki: 
 
BÄ°R DE BENÄ° DÄ°NLEYÄ°N 
http://www.kriter.org/index.php?option=com_content&task=view&id=2311&Itemid=52 
 
güzel bir çalışma
Yazar bilal sürgeç açık 2012-05-20 13:33:10
Halit Özdüzen hocanın bu makalesi sosyal içeriklidir. kendi alanında özgündür. Türkiye'de çevresini derli toplu anlatan geçmişte birlikte yaşadıkları toplumun gündelik yaşayışı hakkında bilgi veren hatıra türü çok azdır. Halit Abi inşaallah bu hatırası ile tarihçilere sosyoloğlara, foklorik araştırma yapanlara öncü olur. Adıyaman'da bulunduğumda şehir merkezinde bir tek hamam kalmıştı. Her evde yapılan modern küvetli,jakuzili banyolar dan hamamlara İhtyaç kalmamıştı ancak damat hamamından bahsediyorlardı. Bu bir tarihi bilgiydi. Damadın genç arkadaşları bekarlığa ilginç bir veda yaptırılarmış.Acab bugün bunun yerini ne tutmuş. Gelin gezdirme, çeyiz gezdirme, köyden köye farklılık arz eden giyim şekilleri modern hayata göre ne kadar zengin bir kültürel çeşitliliğe sahip olduğumuzu gösteriyordu.Adıyaman'da ev kedilerini onun hayattaki yerini dahi merak edip çevreme sormuştum.Bu hayvanların apartman yaşantısı ile nesli tükenmişti. Yine ilk yıllarda şehirin ana girişlerinde gürül gürül akan çeşmeler vardı. Halit Abi'nin dimağında ve hafızasında ne varsa yazarsa tarihe kültüre çok büyük katkı sağlayacaktır. Hiç belli olmaz moda rüzgarları Paris yerinde Ankara'da esmeye başlayınca bunu stilistlerimiz tasarımcılarımız kullanmayacak mı? Eski çağları filme çekenler o çağlardaki insanların düğünlerini modern çağların düğünleri gibi gösterebilir mi? Damat hamamının belgeselini nasıl gösterecek bunlar birer ilimdir. Kültürel geçmiştir. Geçmişte olsa ölü bu kültür ölü değildir. Halit Abi bitmez tükenmez bir enerji ile çalışıyor. Fi sebillillah çalışıyor ne bir paye umuyor ne bir aferin ihtyacı var. Gözünü açtığı yurdunda gördüğü ışığın zevkini alır gibi mensup olduğu toprağın geçmişini aydınlatıyor.

Sadece kayıtlı kullanıcılar yorum yazabilirler.
Lütfen hesabınıza giriş yapınız veya kayıt olunuz.

Powered by AkoComment 2.0!

Son Güncelleme ( 17-05-2012 )
< Önceki   Sonraki >


Advertisement

Kullanıcı Girişi
Ziyaretçi Sayısı
111670092 Ziyaretçi
 
www.beyaz.net