-KELÄ°MELER YERÄ°NDEN OYNADI-
Muhabir
SERVER Vakfı’nın 21 Mart günü, ÇarÅŸamba Sohbetleri programının
konuÅŸmacısı, yazarımız Necmetin Evci oldu. KonuÅŸmaya yoÄŸun bir entelektüel ilgi
vardı. Salon bütünüyle doluydu. Evci’nin konuÅŸmasında ilgi, düÅŸünce ve heyecan
seviyesi hiç düÅŸürülmeden, baÅŸtan sona üst seviyede tutuldu. Tarzı ve üslubu
ile de çok akıcı olan konuÅŸmada, kelimeler, kelimelerle birlikte düÅŸünceler
yerlerinden oynadı.
Altta, Sn. Evci’nin konuÅŸmasından
alınan notların özetini bulacaksınız:
Felsefeci Martin Heidegger ve birçok filozof "DüÅŸünmek, kelimeleri yerli
yerine koymaktır" diyor. Konfiçyus ise “Tekrar dünyaya gelseydim, bütün çabam
kelimeleri kendi anlamlarına kavuÅŸturmak olurdu” diyordu. Demek ki, kelimelerin
kendi anlamları ile buluÅŸmasını saÄŸlamak, düÅŸünürlerin temel meselelerinden
biri.
Kelimeleri kendi yerlerine koymayı amaçlayan çaba varsa, onların
yerlerinden edildiÄŸi realitesi var olduÄŸu içindir. Birçok doÄŸrunun paradoksal
ifadelerle izah ediliyor olması, anlam ve hakikat adına ters yüz edilmiÅŸ
dünyanın geldiÄŸi vahim seviyenin kanıtı sayılmalıdır. Kelimelerin yerlerinden
edilmesi, anlam kayıplarına, kaymalarına yol açar. Bu hakikatin yerini
deÄŸiÅŸtirmek demektir ki, sanırım en büyük zulüm budur. Niçin? Çünkü hakikatin
yerini deÄŸiÅŸtiriyorsunuz. Hakikatin temeli, yatağı, ölçüsü, fonu, formu,
düzeni, zemini, baÄŸlamı, sesi, müziÄŸi, iklimi, alaşımı, ağırlığı bozulursa
hiçbir ÅŸey kendi yerinde kalmaz, kalamaz. Çünkü yanlış bir zeminde doÄŸru
yükselmez. Çürük zeminde, çürük malzemelerle saÄŸlam yapı kuramazsınız.
Çirkinlikleri öne çıkararak güzelliÄŸe, kötülüklere müsamaha ederek, iyiliklere
hizmet edemezsiniz. Ancak ne çare ki, kelimeler yerlerinden edildi,
yerlerinden sürüldü ve anlamsal bozulma baÅŸladı. Kopma, çürüme, savrulma,
dağılma, manasızlık, samimiyetsizlik baÅŸladı. Çünkü hakikat ve anlam hem
hayatın hem varlığın temel kodudur.
Kelimeleri yerli yerinde kullanmak, düÅŸünmektir. DüÅŸünmeyi bu cümle ile
tanımlarsanız yanlış yapmış olmazsınız. Doğal olarak hakikatin anlamına
yaklaşmak, kelimeleri kendi yerlerine yerleştirmeyi zorunlu kılıyorsa, onların
kabul görmüÅŸ yanlış anlamlarını sorguluyor olacağız. Bu da bir anlamda
kelimeleri yerlerinden oynatmak demek olacaktır. Bu anlamda, bugün burada
“Kitap ve Retorik” olan konumuzla iliÅŸkili olarak “söz, yazı, kitap, anlam,
konuÅŸma” gibi kelimelere dokunmak, deÄŸinmek istiyorum.
Retorik, ilk anlamı ile karşılıklı konuÅŸma, güzel konuÅŸma demektir. Konuyu
ciddi manada müstakil olarak Aristo ele aldı ve aynı isimli kitabını yazdı:
Retorik. Bu kitap karşılıklı etkili, ikna edici ve güzel konuÅŸma prensiplerini
tartışır. Hatta bir yerinde, muhatabı etkilemeyi amaçladığı için retoriÄŸin pek
de imrenilecek bir ÅŸey olmadığını bile ifade eder. O dönemde düÅŸünce ve ilmin
retoriksel bir niteliÄŸi vardır. Aristo’dan önce Socrates’in mesela ‘Gorgias
RetoriÄŸi’ çok ünlüdür. En genel anlamı ile retorik, “yazılı olmayan,
konuÅŸmaya dayalı” demektir. Yani retoriÄŸin konuÅŸmaya dayalı olmakla sahip
olduÄŸu nitelikten daha az olmayan öneminden biri de “yazılı olmayan”
usulüdür.
RetoriÄŸin konuÅŸma biçimi ve fakat ‘farklı bir konuÅŸma
biçimi’ olduÄŸunu zımnen söylemiÅŸ oldum. Öyleyse bu nasıl bir konuÅŸmadır? Sadece
bizde deÄŸil, bütün toplumların düÅŸünce ve edebiyat gelenekleri sözlü ve yazılı
olmak üzere ikiye ayrılarak incelenir. Ä°yi de yazılı edebiyat sözsüz edebiyat
mıdır? ‘Sözlü’ ile ‘ÅŸifahi’ olanı birbirine karıştırmamak gerekir. ‘Kitab’ın
da, yani ‘yazı’nın da ‘konuÅŸma’nın veya ‘retorik’in de temelinde söz vardır.
Bu baÄŸlam içinde ‘söz’ belli bir anlam taşıyan ses dizgeleri, ses bütünlükleri
deÄŸildir. KonuÅŸmak da bu dizgelerden baÅŸka iÅŸlevselliÄŸi olmayan ve çoÄŸu
alışkanlıklarda karşılıklarını bulan sözleri birbirimize iletmek deÄŸildir. Bu
tarz konuÅŸmalarda birbirimize anlam ve düÅŸüncemizi deÄŸil, alışkanlıkların
ÅŸartlı reflekslerini alıp veririz. O nedenle alışkanlıkları çekip alırsanız,
gündelik dil iÅŸlevsiz kalır. Ve yine aynı sebeple gündelik dil düÅŸünce
aktarımında yetersiz kalır. Retorikteki ‘söz’ ‘hakikate’ tekabül eder, ilme,
bilgiye tekabül eder ve mutlak manada Allah’a aittir. Mutlak’a,
Sonsuz’a, yüce’ye aittir. Kitap, deÄŸiÅŸmez veya deÄŸiÅŸmeyecek sözleri içeren bir
manzumedir.
Hemen belirteyim ki, okumakla konuşmak farklı olgulardır.
Evvela konuÅŸmak sözel iletiÅŸimden önce bir kültür, gelenek meselesidir.
DuruÅŸtur, eylemdir, yerini belirlemedir, konumlanmadır, tavırdır. Türkçede
konuÅŸmak ‘konmak’ kelimesinden gelir. Kendi varlık ve amacına uygun olarak,
baÅŸkalarının da konumunu gözeterek konumlanmak konuÅŸmak demektir. KonuÅŸlanmayı
bu anlamı ile askeri bir terim olarak da kullanırız. Varlığına uygun bir yerde
deÄŸilseniz, bu ölçüt ve hassasiyetlere göre konumunuzu belirlememiÅŸseniz
konuÅŸma hakkınız hatta imkânınız olmaz. BulunduÄŸumuz yer, bizim tarihi,
kültürel ve kendi düÅŸünsel çabalarımızın kesiÅŸtiÄŸi koordinatlarla oluÅŸur.
DüÅŸünsel anlamda konuÅŸmamızı zorunlu kılan sebep iÅŸte bu kiÅŸiliÄŸimizi ve
kimliÄŸimizi oluÅŸturan sebeplerdir. Her konuÅŸmanın böyle bir amacı, açılımı
olmalıdır. Belli bir yeriniz yoksa, bir yerden durup bakma ve dinleme yapma
imkânından yoksunsanız konuÅŸamazsınız. O sebeple ‘anlam(a) ile durmak arasında
doÄŸrusal ve dolaysız baÄŸlantı vardır. Ä°ngilizce anlamak demek olan ‘understand’
veya Arapçada yine aynı anlama gelen ‘Vakıf olmak, veya vukufiyet’ olarak
dilimize de geçmiÅŸ olan kelimenin lügat anlamı ‘durmak’ demektir. Hacda
vakfeye durulur. Buradaki ‘vakfe’ zaten durmak anlamına gelir. Ama insanımız
öyle kullanıyor. Bir anlayışı kolaylaÅŸtıracaksa kullansın, zararı yok. Ben bu
örneklerde olduÄŸu gibi ‘belli bir ÅŸuurla durmak’ ve ‘anlamak’ arasındaki
doÄŸrudan iliÅŸkiye iÅŸaret etmek istiyorum. Giderek ‘konuÅŸmanın’ bir ‘durma’ ve
‘anlama’ iÅŸi olduÄŸuna vurgu yapmak istiyorum. Vurgu yapmamın asıl sebebi belki
biraz da milletimizin bu tarzdaki konuÅŸmaya ve anlamaya duyduÄŸu hayati
ihtiyaçtır.
Konuşmanın başka iletişim boyutları vardır. Kaldı ki,
kelimelere dayalı olsa bile firesiz bir iletiÅŸim mümkün deÄŸildir. Size
söylediÄŸim söz, sizin dimağınızda baÅŸka anlamlar kazanır. Azalır veya çoÄŸalır.
O nedenle sözün, dimaÄŸdan dimaÄŸa, zihinden zihine gezinirken artmak, eksilmek
gibi bir özelliÄŸi vardır. Bir Latin atasözünün ifade ettiÄŸi gibi “Söz uçar
yazı kalır” Buradaki ‘söz’, bir anlamda Platon akademisindeki retoriÄŸin
mahiyetini de özetliyor gibidir. Oradaki anlayışa göre söz zaten uçmalıdır.
Buradaki uçuculuk, tinerdeki, gazdaki, buhardaki gibi bir uçuculuk deÄŸildir.
Tabir caizse bir kuÅŸ gibi, uçak gibi uçmaktır. Söz, ucu her türlü anlama ve
anlamaya açık bir hakikat içermeli ve bulduÄŸu açıklıktan baÅŸka idraklere,
başka hayallere, anılara, algılara kanatlanmalıdır. Orada başka değerlerle,
açılarla birleÅŸerek, ayrışarak geniÅŸlemeli, zenginleÅŸmeli, yeni bir hareket,
yeni bir ivme kazanmalıdır. Böylece sözün asıl zemini olan sonsuzluÄŸa,
anlamın sonsuz ufkuna katılarak değer kazansın ve katılarak değer katsın.
Anlam sonsuzdur. Söz, sonsuzu taşıdığı, yansıttığı ölçüde anlam ve deÄŸer
kazanır. Sonsuza yakınsa anlamlı, uzaksa anlamsızdır. Anlamsız olan lâf-ı
güzaftır, eskilerin deyiÅŸiyle ‘kıl-u kal’dır. Akademide
‘Trigium’ diye bilinen üç temel dersten biri retorikti. Bu hem ders hem
usuldü. Hakikat retoriksel olmak durumundaydı. Ne demektir bu? Sonlu, sınırlı
mahiyeti ile insan zihni, sonsuz hakikati belli ölçekler içinde anlamak
durumundadır. Bu ölçekler o kiÅŸinin varlık koÅŸullarını oluÅŸturan boyutlarla
oluÅŸur. Öyleyse hakikat belli algı kalıpları içinde dondurulamaz. Farklı
kavrayışların önü açılmalı, bütün bir toplam algı ile esas düÅŸünce
oluÅŸmalıdır. OluÅŸan bu üst ve daha geniÅŸ düÅŸünce, bir anlamda retoriksel
düÅŸüncedir. Bu düÅŸünce insanı, hayatı var eden koÅŸullar deÄŸiÅŸtiÄŸi ölçüde
deÄŸiÅŸir. DeÄŸiÅŸen hakikat deÄŸildir. Hakikatin deÄŸiÅŸmezlik özelliÄŸi vardır.
DeÄŸiÅŸen hakikati algı biçimimizdir.
Hakikati algı tarzımıza
‘doÄŸru’ deriz. DoÄŸru hakikatin deÄŸiÅŸen karakteridir. Hakikat ise doÄŸruların
deÄŸiÅŸmez niteliÄŸi. Hakikat öncelikle varlığın özü, o özün asıl mahiyeti ile
ilgilidir. Bu sebeple varoluÅŸsal ve ontolojik gerçekliÄŸimizi tanımlar. Varlık
hakikate yakınlığı ölçüsünde anlam kazanır. DoÄŸrular madem belli ÅŸartların
zihnimize veya zihnimizden yansımalarıdır, o zaman şartlar değiştiğinde
doÄŸrular da deÄŸiÅŸecek demektir. Öyle ki, deÄŸiÅŸen ÅŸartlar, dünün doÄŸrularını,
bugünün yanlışına dönüÅŸtürebilir. Öyleyse kendi indi doÄŸrularımızı, deÄŸiÅŸmez
hakikatler gibi genele teşmil etmek vahim bir yanlıştır. Anlamı, hakikatin
anlamını sınırlamak, her idraki o sınırlar içinde bir algıya mecbur etmektir.
Bu zihnin iÅŸleyiÅŸine de içeriÄŸine de aykırıdır. Ä°ÅŸte bu sınırlarla
dondurulmuÅŸ model düÅŸünceler, otoriter düzenleri veya ideolojileri
oluÅŸtururlar. Åžimdilerde buna ‘paradigma’ diyorlar. Ä°sterseniz otorik deyiniz.
‘Otor’ ile deÄŸiÅŸmezlik arasında bir iliÅŸki vardır. Otorik metinler deÄŸiÅŸmez
metinlerdir. Mesela günümüze kadar gelmiÅŸ Hint Otoritleri vardır. Otorit olan,
otorite olandır. Otoritenin bilgiye, söyleme dayalı tartışmasız bir iktidar
keyfiyeti vardır. Otorite kelimesi daha çok siyasi içerikle çeÅŸitli
kullanımlarla karşımıza çıkar. ‘Senator’da, ‘Ä°mparator’da hatta Editör’de veya
yazar anlamı ile author’da (yazar) hep bu otorite vardır.
Aslına
bakılırsa kendiliğinden anlaşılacağı gibi otorite ile yazı arasında bir sıkı
iliÅŸki de söz konusudur. Otorite deÄŸiÅŸmez yasalarını yani anayasa veya benzer
metinleri yazıya geçmiÅŸ, belki yazının önemli bir devlet aracı olarak
kullanımı böyle olmuÅŸtur. Devletin veya devlet düzeninin sonsuza kadar
sürmesinin arzulanacağı düÅŸünülürse, yazının bu amaçla yani deÄŸiÅŸmez
metinlerin kaligrafik iÅŸaret ve ifade biçimi olarak kullanılmasında
anlaşılmayan bir yan olmaz. Ancak bu hakikatin de varlığın da doğasına aykırı
olur. Çünkü hakikat statikleÅŸtirilemez, donuklaÅŸtırılamaz. Bir dönemin veya
toplumun doÄŸruları, baÅŸka dönem ve toplumlar için baÄŸlayıcı kurala
dönüÅŸtürülürse o toplumun zamanın akışı önüne bir engel koymuÅŸ olursunuz.
Akış o engelleri aşar. Engeli sabit ve muhkem kılmak isteyenleri, akışının
önüne katarak, tarihin ilgisiz alanına savurur. Böyle olmuÅŸtur. O nedenle
zamanların ruhunu okuyamayan, kendilerini ona göre güncelleyemeyen
yönetimler, kadrolar, savrulup, devrilip gitmiÅŸtir. Kimse,
hiçbir otorite, düzen veya devlet ne kaderden, ne zamanın akışından daha
güçlüdür. Zamanın, varlığın, hakikat algısının ve elbette bu arada otoritenin
ve devletin, genel iliÅŸkilerin ve genel iÅŸleyiÅŸin yeniden düzenlenmesi,
hakikate uygunlaÅŸtırılması gerekir. Çünkü zaman geçince doÄŸruların hakikatten
uzaklaÅŸmaları az görülen bir durum deÄŸildir. O nedenle Akademide baÅŸta devlet
ve siyasal düzen olmak üzere iÅŸleyiÅŸ yeniden düzenlenmiÅŸtir. Ä°ngilizceye de
geçmiÅŸ olan ‘re’ preposition’ı (öneki) önüne geldiÄŸi kelimeye ‘yeniden
veya tekrar’ anlamı kazandırır. Form: reform, organization: reorganization,
turn: return gibi. Bu mantıkla retorik’i re-otorik ÅŸeklinde çözümleyebiliriz.
Yani otorik olanın, otoriter yapının yeniden düzenlenmesi! O nedenle hemen
tüm antik dönem ve hatta sonrası filozofların neredeyse hemen hepsinin
‘devlet’le iliÅŸkili bir kitabı vardır. Bu onların zihinlerinin hem retoriksel
çalışması, hem de devletin bir ÅŸekilde bu zihni faaliyetlere olumlu veya
olumsuz etkileri sebebi iledir. Devlet ve toplum üzerine ‘yeniden düzenleme’
yapılırken, kendileri ile tutarlı bir ÅŸekilde yazıya deÄŸil söze, daha doÄŸrusu
sözün ÅŸifahi paylaşımına önem verilmiÅŸtir. Çünkü gücün bilgisine karşı,
bilginin gücünü savunmanın en tutarlı, saÄŸlıklı yolunun ‘retorik’ olduÄŸu
düÅŸünülmüÅŸtür. O dönem filozofları, tartışmalarla doÄŸan ve geliÅŸen
hakikatleri, yazının baÅŸka anlamaları zorlamayacak nesnel kalıplarına dökmeye
yanaÅŸmamışlardır. Bu sebeple yakın denecek zamanlara kadar, bilgi, düÅŸünce,
ilim ve edebiyat çalışmaları hep sözlü olarak yani dilden dile, dimaÄŸdan
dimaÄŸa uçarak gelmiÅŸtir. Bir cılız akıntının dereye, çaya, ırmaÄŸa, nehre
dönüÅŸüp en sonra denize akması gibi, bilgi her uÄŸrakta, her aÅŸamada, artmış,
çoÄŸalmıştır. Retoriksel bilgi, Karl Popper’nın yanlışlanma yöntemini bile
geride bırakacak düzey ve olgunlukta, doÄŸruları tartışma zemininde aramıştır.
DoÄŸru tartışılmalı ve aranmalıdır. RetoriÄŸi gerekli kılan en önemli sebep
doÄŸruların tartışmaya açılmayarak dayatılmasıdır. O nedenle eski zamanların
bilgi anlayışı daha özgürlükçüdür, daha özgündür.
BildiÄŸimiz
anlamda yazının, kitabın bilgi aracı olarak kullanılması ile modern ulus
devletlere geçiÅŸ tarihlerinin örtüÅŸmesi tesadüfî deÄŸildir. Bütünüyle bir
toplum belli ideolojilerin kalıplarına göre ÅŸekillendirilirken, özgür
düÅŸünceden korkulacaktı. Öyle de oldu. Eski eÄŸitim modeli herkesin kendi
anlayışına göre biçimlenmesine imkân veriyor, hatta bunu özendiriyordu. Oysa
modern dönemlerin tek tipçi fabrikasyon eÄŸitim modeli, insanların özgür ve
özgün yanlarını yok etti. Burada eÄŸitimi sadece okullarla sınırlı anlamak
doÄŸru olmaz. Rejimlerin eÄŸitim ve kültür politikaları, zamanların deÄŸiÅŸen
eÄŸitim ve propaganda aygıt ve araçlarına göre deÄŸiÅŸerek, toplumun ve hayatın
santimine varıncaya kadar tüm alanlarına sirayet etmiÅŸtir. Kitle haberleÅŸme
araçlarından, oyunlara, eÄŸlencelere, bayram ve kutlamalara, beyanatlardan
basına, sokaklarda çarşılarda, vitrinlerde öne çıkarılan deÄŸer ve motiflere,
modaya kadar yaygın, etkin bir eğitim uygulanmaktadır. Kitleleri eğitmenin,
tornadan geçirmenin bin bir ÅŸeytansı yolu bulunmuÅŸtur. Bu noktada moda özen ve
imrenme yaratır. Özenilen ve öne çıkarılan sadece moda kıyafetler, eÅŸyalar
deÄŸildir. Moda düÅŸünceler, moda felsefeler, moda konuÅŸma tarzları, moda
kelimeler, moda cümleler de insanların benliklerini derinden etkiler.
Kitleler çokluk kendilerini bu tarz modaların biçimlendirmesine terk
etmiÅŸtir. Bilinci körelmemiÅŸ her insanın bileceÄŸi basitlikteki bu realiteyi
niçin söylüyorum? Ä°deolojik iÅŸleyiÅŸin tümüne dikkat çekmek için: Paradigma
sadece rejimlerin keskin ideolojik doktrinleri ile sınırlı kalmaz. Ayrıca
otorit/e kendiliÄŸinden kabul edilen anlayışlar, yaÅŸama biçimleri de
oluÅŸturur. Re-otorik bir anlamda bütün bunları da yani hâkim anlayışları da
tepeden tırnaÄŸa yeniden düÅŸünmek, yeniden düzenlemeye çalışmak demektir. Yani
siyasal, sosyal koÅŸullanma içinde genel geçer düÅŸünceleri tekrar ediyorsanız
çok güzel de konuÅŸsanız retorik yapıyor olmazsınız. Retorik gücün bilgisini
deÄŸil, bilginin gücünü öne çıkarmalı. ÖzgürlüÄŸü, aÅŸkı, erdemi, vicdanı,
bireysel duyuÅŸları, sınırsızlığı, çoÄŸulculuÄŸu, farklılığı öne çıkarmalıdır.
Retoriksel düÅŸünce çerçeveyi zorlamalıdır. Kendi varlığını bütün bu
deÄŸerlerin ve güzelliklerin varlığı ile birlikte düÅŸünmelidir. Onlar varsa
kendisi var olacaktır. Kendisi ancak başkasıyla var olacak, farklılıklarla
ifadesini, özelliÄŸini, yerini, deÄŸerini bulacaktır.
Paradigmanın
ÅŸemasında birey yok oldu. Herkes birbirine benzer oldu. Bu benzeyiÅŸi ‘milli
birlik’ sloganları ile iyi bir ÅŸey olarak yutturmaya kalktılar. Oysa
benzerlikler, kültürü, düÅŸünsel zenginliÄŸi, giderek çözüm bolluÄŸunu, tercih
çokluÄŸunu, ifade çeÅŸitliliÄŸini, seçenek fazlalığını ortadan kaldırır. Yani
toplumu, hayatı kısırlaÅŸtırır, köreltir. Öyle de olmuÅŸtur. Birörnek
insanların, birörnek hayatları içinde ne farklı düÅŸler, ne farklı düÅŸünceler
oluÅŸuyor. Hiçbir ses, hiçbir bakış, duruÅŸ, tarz, öz, içerik, açı özgün
deÄŸildir. Oysa çeÅŸitlilik varlığın gerçeÄŸidir. Varlığın doÄŸasında çeÅŸitlilik
vardır. ÇeÅŸitlilik, birbirine yönelimi, yardımlaÅŸmayı kaçınılmaz ve zorunlu
kılar. ÇeÅŸitlilik kültür demektir. ÇeÅŸitliliÄŸi yok edenler, kültürü, varlığı,
hayatı tüm boyutlarıyla ilgilendirdiÄŸi anlamı ile kültürü yok ederler.
ÇeÅŸitliliÄŸi yok edenler bireye de, özgürlüÄŸe de, tartışmaya da karşıdırlar.
Modern dönem insanlara kesin yabancılaÅŸma ile beraber, kesin bir kültürsüzlük
armaÄŸan etmiÅŸtir. “Söz uçar yazı kalır” sözünü, bir hakikatin ifadesi olarak,
“söz uçmalı, yerinde kalmamalı; yazı kalmalı, kalıcı olmalı, kalıcı olması
istenmeyenler yazılmamalı” diye anlamalıyız.
Kalıcı ve
deÄŸiÅŸmez olan hakikat sadece Allah’a aittir. Öyleyse deÄŸiÅŸmezliÄŸi bildiren yazı
ve yazılmış olan yani kitap ta O’na aittir. Öyledir de. Bu anlamda kitap deyince
sadece kutsal metinleri anlamak gerekir. Daha da derinlere indiÄŸimizde kitap
Allah’ın deÄŸiÅŸmez ilmi ve iradesini ifade eder. Kurandaki kullanımı bu
yöndedir. Hem deÄŸil mi ki, Kur’an (Okunan) kendisini ‘kitap’ olarak ifade
eder. (DüÅŸünülmesi için: Beyyine:4, Buruc:21, Mutaffifin:9,20, Cum’a:5,
Vâkı’a:78, Saffat:170, Zuhruf:4, Fatır:31, Ankebut:48, En’am:7) ‘Ä°yi ama
Kur’an’ın bildiÄŸimiz anlamda kitaba dönüÅŸmesi yüce peygamberden sonradır. Yani
Kur’an kendisini kitap olarak ifade ettiÄŸi zamanlarda ortada cildi ile,
sahifeleri ile henüz bir kitap yoktur. Zihnimizi mevcut algıların formundan
kurtarıp olaya getirdiÄŸimiz açılım çerçevesinden bakılırsa, konu açıklık
kazanır. Kitap kesin yazılı olan demektir. Yani yazının da bir kesinlik ve
deÄŸiÅŸmezlik karşılığı olduÄŸuna göre anlam yerini bulmuÅŸ oluyor. Biz ‘yazık’
veya ‘alın yazısı’ gibi kullanımlarda hep bu deÄŸiÅŸmezlik anlamını öne
çıkarırız. Yoksa ‘alın yazısı’ nasıl bir yazıdır? Onu gören okuyan var mıdır?
Alın yazısı tüm beÅŸer sınırlarını aÅŸan, beÅŸer güç ve iradesinin deÄŸiÅŸtiremediÄŸi,
değiştiremeyeceği yaşanmış veya yaşanacak mecburiyetleri ifade eder.
Biraz da bu anlamından dolayı yazı, Sümerler’den çok önce de biliniyor,
kullanılıyor olmasına raÄŸmen doÄŸrudan ilgili görülmediÄŸi alanlarda ve
maksatlarda kullanılmadı. DeÄŸilse Ayetle sabit olan bir gerçek var ki, Allah
isimleri, kelimeyi ve yazmayı öÄŸretmiÅŸ, okumayı da emretmiÅŸtir. Ä°nsana
okuyacağı, okundukça ikram göreceÄŸi (Kur’an-ı Kerim: Okundukça ikram eden
veya okuyana ikram eden) kitap da indirmiştir. Kitabın indirilmiş olması onun
sonsuz yücelikten bizim idraklerimize indirilmiÅŸ olması (inzal, nüzul) sebebi
iledir. Bu bile sözün yani kelimenin yani yazılması gerekenin Allah’â ait
olduÄŸu hakikatini açıklar.
Bana göre hem kendi hakikati, hem de hayat içinde kullanıldığı ÅŸekli ile
yazı Hz. Âdem’den beri vardır. Ancak sadece kutsal metinler ya da kutsal yerine
geçecek metinler yazı ile kayda geçiriliyordu. Kitap denince de akla bunlar
geliyordu. Eski çaÄŸlarda Sümerlerde olduÄŸu gibi ÅŸehirlerin kapılarının yanına
veya üzerine taÅŸ veya mermer levhalara o ülkenin (veya ÅŸehrin) yasaları, kitabe
ÅŸeklinde yerleÅŸtiriliyordu. Mimari yapılardaki kitabe geleneÄŸi muhtemelen böyle
başladı.
Eski çaÄŸlarda, bilginin çok çeÅŸitli ve kendi diyalektiÄŸi içinde tutarlı
sebeplerle sözlü anlatımla baÅŸkalarına ulaÅŸtırıldığı tespitini yapmış olduk.
Dede Korkut hikâyeleri gibi Türk masal ve destanları yüzyıllar boyu kuÅŸaktan
kuÅŸaÄŸa sözlü anlatımla taşındı. Homeros 'un binlerce sayfayı tutan Ä°lyada'sı,
Odessa’sı da sözlü anlatımla baÅŸkalarına aktarılıyordu. Hatta eski dönemlerde bu
destanları ezberleyip köy köy, kasaba kasaba insanlara okuyan gezgin ozanlar
vardı. Bizdeki âşıklık veya ozanlık geleneÄŸi gibi. Gezgin ozanlık, özellikle
‘ama’ olan çoÄŸu kiÅŸinin geçimlerini saÄŸladıkları meslekleri idi. Homeros aslında
görmeyen (ama, kör) demektir. Yeri gelmiÅŸken söylememe izin veriniz; sanıldığı
gibi Homeros’un bir tek kiÅŸilik olduÄŸu doÄŸru deÄŸildir.
Sonuç
itibariyle insan zihni ezberlemeye çok yatkındı. Binlerle ifade edilen sayfalık
yoÄŸunluklar insanın ezber kapasitesi yanında çok önemli bir zorluk deÄŸildi.
Hatta hafıza ezberledikçe, hızlanıyor, açılıyordu. Bu özellik, zihne muhteÅŸem
hızlı ve derinlikli anlama, tartışma kapasitesi kazandırıyordu. Bilginin
iÅŸitsel yani kulak ve dil arası yoÄŸun iliÅŸkilerle yönelim kazanması da iÅŸin
ayrı bir güzelliÄŸi. Pozitivizm bu yönelimin örgüsünü bozdu. Bilgiyi iÅŸitsel
olmaktan çıkarıp, görmenin kaygan ve neredeyse düÅŸünmeye uzak zemininde ele
aldı. Bilimi de bu indirgemeci basit anlayışın dayanağı, destekçisi yaptı.
Hatta tasfiye ettiÄŸi bir dönemin skolâstik kalıntılarını silmek için,
ezberlemeye karşı bir saldırı bile baÅŸlattı. Sözüm ona ezberci zihin bir ÅŸey
bilmezdi, bilemezdi. Yoruma, üretmeye dayalı bir modele geçilmeli, bunun için
de bizi karanlıklar içinde bırakan o bütün ezberler unutulmalıydı. Ezberlemenin
düÅŸünceye, öÄŸrenmeye nasıl mani olduÄŸunu oldu bitti anlayamadım. Bilmek
aslında bir çeÅŸit ezberleme olayı deÄŸil midir? Ezberimizdekilere göre
yaptığımız benzetmeleri kodlamaya, bilgi veya düÅŸünce dersek yanlış mı
söylemiÅŸ oluruz? Ä°çinde dini motiflerin olduÄŸu ezberleri yok etmek için
bütünüyle insan zihnini boÅŸalttılar. O günden beri insan ezberlememeye
özendirildi. Åžimdi kafası, hafızası, duygusu boÅŸaltılmış, boÅŸ, boÅŸlukta,
bomboÅŸ insan olarak sabah ne yediÄŸini bile hatırlamıyor. ÇaÄŸdaÅŸ insan, boÅŸ
benliklerin insanı olarak derin unutuşların hatta kendisini unutuşun anılmaya
değmeyecek kahramanı olarak ortalıkta gezinmeyi, yaşamak ve var olmak
sanıyor. Varlığı ve tüm yaÅŸamı reklamlara, zihin yönlendirenlere, rıza
üretenlere, ekranlara teslim olmuÅŸ haldedir. Kendisi için tasarlanan düÅŸü
görüyor, kendisine gösterilen amaca yöneliyor, kendisinden istenen
düÅŸünceleri savunuyor, kendisinden istenen alışveriÅŸleri yapıyor, istenilen
dili konuÅŸuyor ve en nihayet istenilen tarzda özgür ve istenilen tarzda var
oluyor!
Ders anlattığı bir sıra not tuttuÄŸunu gören öÄŸrencisinin
bu tutumunu anlamakta zorlanan Socrates, o öÄŸrencinin bir daha derse
gelmesinin gerekmediÄŸini söyler. Bu olay önemlidir. Öncelikle Socrates, "Ne
söyledim ki not tutuyorsun? Ben tanrı deÄŸilim ki sözlerimi yazıyorsun" demek
istemiÅŸtir. Sonra söylediklerini hafızasında tutamayan öÄŸrencinin zekâ
seviyesinden kuÅŸku duymuÅŸ olmalıdır. Derse almama kararını zekâsı zayıf
öÄŸrenci istemediÄŸine baÄŸlayabiliriz. O çaÄŸlarda yazmak kıt akıllılık
olarak değerlendiriliyor olmalıydı.
Bir eÄŸitim ve düÅŸünme aracı
olarak yazının hayata girmesinden sonra hafıza zayıfladı. Bu konuda
Gazzali'nin yaşadığı ibretlik bir olay var: İran ve Asya Medreselerinde ilim
tahsil ettikten sonra BaÄŸdat’a dönmek için katıldığı kervanı eÅŸkıyalar
durdururlar. Kervandakilerin para ve değerli malları gasp edilir. Sıra
Gazzali’ye geldiÄŸinde, ünlü alim eÅŸkıyalara “Neyimi isterseniz alınız ama ÅŸu
deftere dokunmayınız. Çünkü onlarda benim onlarca yıllık ilim tahsilim var.
Hem sonra onlar sizin iÅŸinize de yaramaz” der. Bu yalvarmaklı sözler karşısında
hayrete düÅŸen eÅŸkıya başı, bir yandan defterlerden birini evirip çevirirken
bir yandan da ÅŸaÅŸkınlığını gizleyemeyerek sorar: “Yani senin onlarca yıllık
tahsil ettiÄŸin ilim burada mı?” “Evet” der Gazzali. EÅŸkıyanın cevabı
ilginçtir: “”Hayret, ben ilmi akılda bilirdim” Bir eÅŸkıya ilmin nerede
olacağını bilecek deÄŸil elbette, ama cevabı, o çaÄŸlarda ilmin sözlü nakillerle
gerçekleÅŸmesinin güçlü iÅŸaretlerini taşıması bakımından önemlidir.
Söz ekseninde, kitap, konuÅŸma, retorik, okuma, yazı kavramlarını kısmen
tartışmaya açmış olduk. Bu arada Sayın BaÅŸkanım süremin bittiÄŸini ifade
ediyorlar. Özetleyip bitireyim: Anlam ve hakikatle bir derdimiz varsa, sözle,
kitapla, okumayla daha fazla meşgul olacağız demektir. Ben kitabın ilahi bir
boyutunun olduÄŸuna iÅŸaret ettim. Bütün kitaplar, Rabbimizden inzal olan kitabı
yani o kitapta var olan, ancak o kitapta var olan ilmi, hikmeti anlamak için
olmalıdır. Siz bu kitabı okuyamamışsanız benim deÄŸerlendirmeme göre gerçek okur
yazar sayılmazsınız. Yüce Kur’an faydasız bilgi hamallarını ‘Kitap yüklü
eÅŸeklere’ benzetir. Okumak bu semboller, iÅŸaretler deposu kitapları
çözümlemekse, peygamberimiz bu anlamda okuma yazma bilmiyordu. Yok, eÄŸer
okumak hakikatin künhüne varmaksa peygamberimiz en iyi okuyandı. Uzun sürmüÅŸ
suskunluklardan sonra ÅŸimdi, bir büyük okuma dönemini baÅŸlatmanın vakti
gelmiÅŸtir. Yani bilgilenmenin, düÅŸünmenin, sözü kendi yerine koymanın, sözü
sahibine tevdi etmenin, anlam aramanın, anlam paylaşmanın vakti gelmiştir. Biz
bunu yapmaksızın, bu düzlemde tartışmaksızın, ne bize ait yerimiz, ne bize
ait benliÄŸimiz ve kimliÄŸimiz olur. Öyle olunca da, ÅŸimdiye kadar olduÄŸu gibi,
bundan sonra da bir tek kelime konuşma hakkımız olmadan, taklitten
silikleÅŸmiÅŸ, ölgünleÅŸmiÅŸ kiÅŸiliklerimizle daha doÄŸrusu kiÅŸiliksizliÄŸimizle bir
gölgeden farksız olarak kendimizi avutur gideriz. Kendi hiçliÄŸimizin,
boşluğumuzun altında eziliriz.
Bizi bekleyen aydınlık ufukların
parıltısını her birinizin gözünüzden yansıyan canlı ilgilerin parıltısında
görüyorum. Beni o ışıktan mahrum etmeyin. Aydınlığı paylaÅŸmayı diliyorum. Beni
sabırla dinlediÄŸiniz için hepinize teÅŸekkür ediyorum.
DÄ°L,
ANAYASA MESELESÄ°
Yazarımız Necmettin Evci’nin konuÅŸmasından sonra soru-cevap bölümüne
geçildi. Bu bölüm de en az birinci tur kadar keyifli ve derinlikli idi. Bir
dinleyici konuÅŸma esnasında çok yabancı kelime geçtiÄŸinden ÅŸikâyet ederek
“Türkçe’nin kullanımı nasıl tanımlanıyor; bu boyutta yabancı kelimelerle
konuÅŸmaya ne demeliyiz?” diye bir soru yöneltti. Evci, dinleyenler arasında bu
konuya en yetkin cevap verecek kiÅŸinin Avukat Selami Çekmegil olduÄŸunu söyledi.
Bunun üzerine söz alan Çekmegil’in verdiÄŸi cevap düÅŸündürücüydü: “Anayasa
-daha baÅŸta- Devletin dilinin Türkçe olduÄŸunu yazıyor ama hemen
devamında Devleti tanımlarken: “Demokratik”: Yunanca, “Lâik”:
Fransızca, “Sosyal”: Ä°ngilizce kelimeler kullanıyor; cevabı
burada aramak lazım” dedi. Sadece kayıtlı kullanıcılar yorum yazabilirler. Lütfen hesabınıza giriÅŸ yapınız veya kayıt olunuz. Powered by AkoComment 2.0! |