20-04-2024
 
 
 
  :: Ana Menü
 
 
 
Duyurular
AKIL IÇIN YOL BIRDIR

(THERE IS but
ONE WAY for REASON)
       
(linkleri SAG TIKLAYIN
                                 lütfen)

Sn.Soner YALÇIN'dan 
dikkate deÄŸer bir yazı: 
Edebiyatla 
               AhmaklaÅŸtırma
https://www.sozcu.com.tr/
2021/yazarlar/soner-yalcin
/edebiyatla-ahmaklastirma
-6335565/
 


Önerdigimiz sayfalar:
M. SAID ÇEKMEG?L 
anisina
https://www.facebook.com/
groups/35152852543/?mul
ti_permalinks=1015385
0899667544&notif_t=grou
p_highlights&notif_id=147
2405452361090




Nuri BiRTEK
                kardeÅŸimizin
(facebook sayfasından 
              ilginç tespitler)
https://www.facebook.
com/nuri.birtek




Raci DURCAN
                  kardeÅŸimizin
(facebook sayfasından
             ilginç tahliller)
https://www.facebook.com
/raci.durcan?fref=ts



Mesut TORAMAN
                   karde?imizin
(facebook sayfas?ndan
dikkate de?er görüntüler)
https://www.facebook.
com/mesut.toraman.52









M. Selami Çekmegil 
                          kimdir!









    ____________________
BU SITE
    Selami ÇEKMEG?L’in
Yegenleri:
    Melike TANBERK ve 
    Fatih ZEYVELI'nin
 beyaz.net ekibi ile birlikte
      M.Said ÇEKMEGIL 
  an?sina ARMAGANIDIR!  


   Anasayfa arrow Medyadan Seçmeler arrow Ä°slâm, Tasavvuf ve Tarikatlar
İslâm, Tasavvuf ve Tarikatlar PDF Yazdır E-Posta
Kullanıcı Oylama: / 2
KötüÇok iyi 
Yazar Prof.Ahmet YaÅŸar OCAK   
31-08-2011

Ä°slâm, Tasavvuf ve Tarikatlar
 

- Sosyal Tarih Perspektifinden Bir Bakış -
                                                                            Prof. Ahmed YaÅŸar Ocak 
    Türkiye'de özellikle 1980'lerden sonra sık sık adetâ periyodik bir ÅŸekilde Ä°slâm, tasavvuf ve tarikatlar konusu yoÄŸun bir ÅŸekilde tartışılmaktadır. DeÄŸiÅŸik kesimleri temsil eden ve, çok azı müstesna, genellikle bu konuları tartışmak için yeterli bilgi donanımına sahip olmadıkları, neredeyse konuÅŸtukları, yazdıkları her cümleden açık açık ortaya çıkan birtakım "uzmanlar", bu tartışmalarda birbirine zıt sert görüÅŸler ortaya koydular; Bu tartışmacılar konuyu kendi bilgileri ve -hiç ÅŸüphesiz- ideolojik eÄŸilimleri doÄŸrultusunda tartışırlar. Bazı tasavvuf çevrelerine mensup olanlar

 da dahil, siyasi parti mensuplarından bürokratlara, gazete köÅŸe yazarların dan hukukçulara doÄŸru geniÅŸleyen, bu tartışmacıların oluÅŸturduÄŸu meslek yelpazesinin içinde, konunun bilimsel sevi yede uzmanlarının yokluÄŸu da hemen dikkati çeker.

Türkiye'de benzer konularda çoÄŸunlukla olduÄŸu gibi, ideolojik önyargıların, cehaletin, hattâ zaman zaman suini yetin hâkimiyetinde sürdürülen bu tartışmalar, birçok sorulara yol açmaktadır. Bu soruların başım,Ä°slam-tasavvuf-tarikat baÄŸlantısı ile ilgili olanlar çekmektedir. Bu iliÅŸki konusunda taraflar genellikle iki çeliÅŸik tez ortaya atarlar, daha doÄŸrusu iki eski tezi yeniden gündeme getirirler:               
 
a)  Tahmin edileceÄŸi gibi, tasavvuf çevrelerine mensup yahut onlara yakın bulunanlar çok tabii oflarak, "tasavvufun bizzat Ä°slâm'ın özü olduÄŸu, tasavvufsuz bir Müslüümanlığın düÅŸünülemeyeceÄŸi" tezini savunuyorlar.                             
 
b)  Aralarında bazı siyasiler, çeÅŸitli kesimlerdeen medya mensupları, konunun dışındaki akademik çevre mensupları bulunan diÄŸerleri ise bunun tam karşıtı olarak, "tasavvufun ve tarikatların Ä°slâm'la hiç ilgisinin bulunmadığı" görüÅŸünü ileri sürerler.                                                                            
 
Bu tuhaf görüntü içinde gerçek bu iki zıt tezin neresindedir ? Bu tezler hangi bilimsel temellere dayanıyor? Eminiz ki, insanların en çok zihnini karıştıran da bu sorulardır. Ancak, gerçeÄŸi bulup çıkarmaya yönelik olmaktan çok, sansasyon yaratmaya ve insanların zihinlerini karıştırmaya yönelik bu tartışmaların dolaylı bir faydası da olmaktadır:
 
Bu tartışmalar,                                                                           
 
1-  ikide bir, "yüzde doksan dokuzu Müslüman" olduÄŸu iddia edilen Türkiye'nin gerçekte böyle olmadığının, Ä°slâm, Ä°slâm kültürü ve tarihi hakkında hiç de köklü ve saÄŸlıklı bir toplumsal bilgi birikiminin bulunmadığını, insanların Ä°slâm ve onunla ilgili birtakım konularda birbirine zıt -çoÄŸu gerçekte Ä°slâm'la uzaktan yakından ilgisi buılunmayan- yanlış bilgi ve düÅŸüncelere sahip olduÄŸunu, dolayısıyla, çok ciddi bir cehalet ortamında yaÅŸandığını ortaya koymuÅŸtur. Bu, aynı zamanda Ä°slâm hakkındaki bu çoÄŸu saÄŸlıksız bilgilerin pek çok deÄŸiÅŸik çevreden ve pek çok deÄŸiÅŸik eÄŸilimlere göre topluma şırınga edildiÄŸini de göstermektedir.
 
2- Ayrıca, bu tartışmalar ÅŸu çok mühim toplumsal gerçeÄŸin de altını çizmektedir: Türkiye'de, Müslüman toplum kesinlikle homojen olmayıp birçok parçalara bölünmüÅŸ, Ä°s lâm hakkındaki yorum ve yaklaşımları bazan biribirine hayret verici derecede zıt birtakım cemaatlere ayrılmıştır. Bununla birlikte, Türkiye Müslümanlığının ancak üst sevi yedeki bir kesimi ile halkın büyük çoÄŸunluÄŸu bu tür cemaatleÅŸmiÅŸ bir yapının dışında kalmaktadır.
 
3- Yine bu tartışmalar bu cemaatlerin fikir referanslarının, yenileri üretilemediÄŸi için, hâlâ yüzlerce yıl öncesinin, top lumsal yapıları ve problemleri bugünün karmaşık modern toplumlarından çok farklı eski toplumlarının ihtiyaçlarına cevap veren, pek çok konuda artık yetersiz kalmış fıkıh ve tasavvuf kaynakları olduÄŸunu gözler önüne sermektedir.
 
4-Bu tartışmalar Ä°slâm'ı algılama, yorumlama ve yaÅŸama konusundaki bu cemaatleÅŸmenin altında yatan temel fak törün, -belli bir tarikat görüntüsüne sahip olmayan cema atler de dahil- tasavvuf veya tasavvuf telâkkileri olduÄŸunu göstermiÅŸtir. BaÅŸka bir ifadeyle, Türkiye'de popüler Müslü manlığın sunduÄŸu bu "kırk yamalı bohça" görüntüsünün altında Ä°slâm-tasavvuf özdeÅŸliÄŸini benimsemiÅŸ bir Müslü man toplumun yattığını ortaya koymaktadır. Bu, tasavvuf kültürünün -diÄŸer Müslüman ülkelerdeki gibi- Türkiye'de de Müslümanlığın temeline ait bir olay olduÄŸunu gösterdi ÄŸi gibi, hiç ÅŸüphesiz, klasik Osmanlı toplumsal yapısının zihniyet itibariyle fazla bir deÄŸiÅŸikliÄŸe uÄŸramadan -ama çaÄŸdaÅŸ bir görüntü altında- Cumhuriyet Türkiyesi'nde ya ÅŸamaya devam ettiÄŸini de gözler önüne sermektedir. Yani Sünni'siyle Alevi'siyle Türkiye'deki Müslüman toplum, bir çok yönüyle hâlâ ortaçaÄŸların geleneksel Müslüman toplu mudur, iÅŸte asıl problem de burada yatmaktadır.
 
Bu tespitler, kanaatimizce bugün yalnız Türkiye'yi veya genelde Müslüman Türk toplumlarını deÄŸil, bütün islâm dünyasını kucaklayan ve -onun uzun zamandan beridir ka panmış düÅŸünce ufkunun açılması konusuyla da yakından ilgili- hayati bir önem taşıyan Ä°slâm-tasavvuf-tarikat iliÅŸkisi problemine dikkatimizi çekiyor ki, bu yazı çerçevesinde biz, bu meseleyi tahlile çalışacağız.
 
Ancak söz konusu tahlile gi riÅŸmeden evvel, Türkiye'deki tartışmalarda çoÄŸu zaman ih mal edilen ve açıklığa kavuÅŸturulmadığı için tartışmayı yan lış yola sokan bir kavram kargaÅŸasını ortadan kaldırmak için,tasavvuf kavramı üzerinde durmak gerekiyor. Dolayı sıyla bu tahlilin saÄŸlıklı olabilmesi, tasavvuf kavramından ne anlaşılması lazımgeldiÄŸinin açıklıkla belirlenmesine baÄŸlıdır.
 
Burada hemen ÅŸunu vurgulayalım ki, Ä°slâm-tasavvuf-tari kat iliÅŸkisinin tahlilinde yalnızca tasavvufun ve tarikatların, bizzat bu çevreler tarafından ortaya atılan tariflerine baÅŸvur mak, bizi hiç de saÄŸlıklı bir sonuca götürmeyecektir. Çünkü bu tarifler, sûfilerin, mutasavvıfların (1) -yaÅŸamış oldukları top lum içinde bir bakıma yönetim ve ulemâ çevrelerine karşı çoÄŸu zaman kendilerini meÅŸrulaÅŸtırmak endiÅŸesiyle- ileri sürdükleri kavram ve ifadeleri yansıtır.
 
Nitekim böyle olma sa dahi, çok iyi bilindiÄŸi üzere, tasavvufun kendi mensupları içinde de üzerinde birleÅŸilmiÅŸ, anlaşılmış tek bir tarifi yok tur. Bu ise, bugüne kadar yapılan tariflerin her birinin, o ta rifleri yapan mutasavvıfların kendilerinde hâkim olan süb jektif mistik halin izahından baÅŸka bir ÅŸey olmadığını göste rir.
 
Dolayısıyla bize lâzım olan, mutasavvıfların tasavvufu nasıl anladıklarından, yorumladıklarından çok, tasavvufun ve tasavvuf çevrelerinin Ä°slâm toplumlarının tarihsel seyri içinde, zihniyet dünyalarında iÅŸgal ettiÄŸi yerdir.
 
Bu yüzden biz, bu yeri tespit edebilmek için "sosyal tarih perspektifi"ni önereceÄŸiz. Çünkü bu problemin tahlilinin, bugüne kadar Türkiye'de yapıldığı gibi, yalnız klasik tasavvuf literatürü nün ihtiva ettiÄŸi teorik düÅŸüncelere dayanılarak gerçekleÅŸti rilmesinin mümkün olamayacağını, bu teorik düÅŸüncelerin, ancak onların üretildiÄŸi toplumsal tabanın sosyal ve kültürel analiziyle birlikte mütâlâa edilmesi halinde bir deÄŸer kaza nacağını düÅŸünüyoruz.
 
Bu demektir ki, bizim burada tahliline çalışacağımız ta savvuf, bugün çoÄŸunlukla sanıldığı gibi, kabaca "bol bol na file ibadet etmek, küçük günahlardan dahi ÅŸiddetle kaçına bilmek için mümkün olabildiÄŸince toplumdan uzaklaÅŸarak birtakım evrâd ve ezkâr okumak suretiyle Allah'a yaklaÅŸma ya çalışmak" ÅŸeklinde anlaşılan -gerçekte ise zühdi yaÅŸantı dan baÅŸka bir ÅŸey olmayan- bir anlayış deÄŸildir.
 
Ama meselâ Åžihabeddin-i Sühreverdi'nin (öl. 1196) IÅŸrâk ve Muhyiddin-i Arabi'nin (öl. 1240) Vahdet-i Vücud anlayışları gibi birtakım mistik teoriler çerçevesinde, Yaratıcı kudretin (Allah'ın) ha kikatine ulaÅŸabilmek için nefsi ve bedeni bu yolda hazırla maya yönelik anlayış ve bu anlayışı gerçekleÅŸtirmeye yara yan ritüel uygulamalardır.
 
Ä°ÅŸte bu noktada, bugün Türkiye'de tasavvuf ile çok rahat karıştırılan zühd kavramına da iÅŸaret etmek ve onunla ta savvuf arasındaki farkı belirlemek gerekiyor. Çünkü Ä°slâm, tasavvuf ve tarikat arasındaki bağın mahiyetini kavrayabil mek için bu ayırımı yapmaya ihtiyaç vardır.
 
Zühd anlayışı nın ve özellikle Kur'an'da sık sık vurgulanan onunla para lel takva kavramının, Ä°slâm'la sıkı sıkıya baÄŸlantılı bir kav ram olarak daha ilk dönemlerden itibaren bilinmesine kar şılık, tasavvuf kavramı için aynı ÅŸeyi söylemek mümkün deÄŸildir. (2) Bu kavramın ancak IX. yüzyıldan itibaren telaffuz edilmeye ve kullanılmaya baÅŸlandığı eskiden beri ol dukça iyi biliniyor.
 
Bu sebeple, daha Ä°slâm'ın ilk yüz yılı içinde zâhid (çoÄŸulu zühhâd) veya nâsik (çoÄŸulu nüssâk) denilen birtakım kimseler tarafından bir "akım" halinde temsil edilmiÅŸ olmasından hareketle, zühd kavramını ta­savvufla özdeÅŸ gören bir yaklaşımın bizi kesinlikle yanlış yola çıkaracağını dikkate almamız gerekiyor. (3)
 
Zaten tasav vufun Ä°slâm'la münasebeti konusunda Türkiye'deki tartış malar temelde bu ayırımın iyi yapılmamasından kaynakla nıyor. Nitekim tasavvufun, esas itibariyle Kur'an ve Sünnet kaynaklı bir anlayış olduÄŸu, dolayısıyla Ä°slâm'ın özünü oluÅŸturduÄŸu tezini öne sürenler, zühdü tasavvufla özdeÅŸ gördükleri için böyle düÅŸünmektedirler.
 
Oysa tarihsel sü recin tahlili bize hiç de bunu göstermiyor. Nitekim bu tar tışmaların yanlışlarından biri de, yukarıda da belirtildiÄŸi üzere, tasavvufu ele alırken, yalnızca tasavvuf kaynakların da ileri sürülen fikirleri dikkate alıp, bu fikirlerin tarihsel süreç içine yayılan toplumsal altyapılarını, kendilerini ÅŸe killendiren siyasi ve sosyal tesirleri, tasavvuf çevrelerinde ki tatbikatım ve nihayet bu tatbikatın toplumdaki yankıla rını hesaba katmamaktır.
 
Ä°slâm sosyal tarihinde zühd, yalnızca Ä°slâmî bir kavram olmaktan öte, bu kavram etrafında bir devirde ortaya çıkmış sosyal bir hareketi de içine alır. Bu zühd hareketi, Ä°slâm'ın daha ilk yüzyılı içinde belirmeye baÅŸlamış olup, o dönem Ä°slâm toplumundaki çok önemli sosyal deÄŸiÅŸimlerin, meselâ yeni nesillerle eski nesilller arasındaki Müslümanlık anlayı şı farklılaÅŸmasının, Ä°slâm'ın ilk yıllarına hasret çeken eski nesil içinde ortaya çıkardığı bir çeÅŸit pasif mistik tepkiyi yansıtır.
 
Bu hareketin merkezi, baÅŸta Hicaz mıntıkası olmak üzere, Ä°slâm'ın ilk yayıldığı yerlerdir. Zühd hareketinin bu suretle siyasi ve sosyal deÄŸiÅŸimlere pasif bir tepki olarak, çok zaman geçmeden bir çeÅŸit "Ä°slâmî asetizm"e (ascetism) dönüÅŸmesi, bir bakıma kaçınılmaz bir geliÅŸmeydi.
 
Zira, ge nellikle Peygamber’in hayatta olduÄŸu bir dönemin sonlarını bizzat yaÅŸayan veya bir sonraki nesle mensup bulunan bu kiÅŸiler, içinde yaÅŸadıkları toplumum deÄŸiÅŸen siyasal ve sosyal ÅŸartlarının sevkiyle kendilerininkinden farklı birtakım dünyevi deÄŸerlere yöneliÅŸinin yarattığı yeni düzeni kabulle nemediler. Bu yüzden, dünya nimetlerine ihtirasla baÄŸlanan bir toplum hayatının kötülüklerinden kaçmak için inzivaya çekilmek ve kendilerini olabildiÄŸince koyu bir dini yaÅŸantı ya adamak suretiyle, bir anlamda bu deÄŸiÅŸimleri, toplumdan kendilerini soyutlyarak protesto ettiler.
 
Ä°ÅŸte yukarıda zâhidler (zühhâd) veya nasikler (nüssak) dediÄŸimiz kiÅŸiler bunlardı. Bu protesto hareketi, sözü edilen tepkiden baÅŸka hiçbir nazari mistik temele dayanmadığı gibi, organize bir hareket de deÄŸildi. Dolayısıyla, sûfi geleneÄŸin sonradan biz zat kendi kökeninde gösterdiÄŸi prototipler olarak içlerinde Üveys el-Karani, Herem b. Hayyyân, Hasan el-Basri gibi ta nınmış birtakım ÅŸahsiyetlerin bulunduÄŸu bu kiÅŸiler, sonraki dönemlerin mistik teoriler üreten gerçek anlamdaki muta savvıflarına benzemekten çok uzaktılar.(4) Bu zühhâd veya nüssâk hareketi, dikkat edilirse, aslında bir sosyal tepkinin mistik sonucundan baÅŸka bir ÅŸey olmayıp bütün bir Emevi dönemi boyunca sürdü.
 
Ä°ÅŸte tasavvuf dediÄŸimiz, mistik bir takım teoriler temelin de geliÅŸen asıl sûfilik akımı ise, Abbasiler'in ilk yüz yılını ta kiben bu altyapı üstünde eski Ä°slâm öncesi çevre mistik kültürlerle temas sonucu, çok tabii bir ÅŸekilde kendiliÄŸinden oluÅŸan bir sentez olarak doÄŸdu.
 
Bu sentezin oluÅŸmasın da Kur'an-ı Kerim'in pek çok âyeti ve pek çok kavramı kul lanıldı; bu kavramların içi, bu mistik kültürlerden ödünç alınan mistik muhtevalarla dolduruldu; ayrıca, baÅŸta Peygamber'in bizzat kendisi olmak üzere, Ashâb-ı Suffe tâbir edilen bir kısım sahâbi ile, bazı ilk dönem Ä°slâm büyükleri nin tarihsel hayatları deforme edilerek bu yeni kavramlara uygun hale getirildi.
 
Bu çabada aynı zamanda tasavvufa, Kur'an'a ve Ä°slâm'ın ilk yıllarına dayandırılan bir meÅŸruiyet temeli bulma gibi çok önemli bir faktör de rol oynadı. Bu rada, tasavvufun Ä°slâm'ın özüyle ne kadar baÄŸlantılı olup olmadığını anlamak açısından dikkat edilmesi gereken bi rinci nokta iÅŸte budur.
 
Demek ki tarihsel perspektif içinde tasavvufun, bizzat teorik çerçevede Ä°slâm'ın içinden doÄŸan bir mistik vakıa olmaktan zi yade, zühd hareketinin, Ä°slâm'ın ilk yüzyılından itibaren, önce Emevi, sonra Abbasi ImparatorluÄŸu'nun alabildiÄŸince geniÅŸ toprakları üzerinde, yani Ä°ran ve eski Mezopotamya'daki özel likle Budizm, Maniheizm gibi dinlere dayalı Hind-Ä°ran mistik kültürleriyle, Hellenistik dönemin Gnostik ve Neoplatonik fel sefi etkileriyle, ve nihayet köklü bir Yahudi ve Hıristiyan mis tik geleneÄŸinin kalıntılarını taşıyan Mısır ve Suriye mıntakalarındaki mistik kültürlerle birleÅŸerek yarattığı bir sentezin ürünü olduÄŸu ileri sürülebilir.
 
AÅŸağıda da vurgulanacağı üze re, gerek tarih, gerekse tasavvuf kaynaklarında bu tezi teyid edecek birçok veriye rastlamak mümkündür.
 
Ä°ÅŸte tasavvufun böyle bir sentez olarak tarih sahnesine çı kabilmesi için, yaklaşık ikiyüz yılın geçmesi gerekti. Bu se beple, Ä°slâm zühdünün zaman içinde gerçek bir mistik muh tevaya kavuÅŸarak birtakım mistik teoriler üretmeye baÅŸla mak suretiyle tasavvuf dediÄŸimiz olaya dönüÅŸmesi, ancak IX. yüzyıldan itibaren söz konusudur.
 
Gözden kaçırılmaması icap eden ilk tarihsel veri ÅŸudur: Gerçek anlamda ilk mutasavvıflar diyebileceÄŸimiz, tasavvuf cereyanının ilk temsilcile ri, Mâ'rûf-i Kerhi (öl. 815), Zünnûn-ı Mısri (öl. 860), Seriyy-i Sakatı (öl. 865), Bâyezid-i Bistâmi (öl. 874), Cüneyd-i BaÄŸ dadi (öl. 910), Hallâc-ı Mansûr (öl. 922) ve daha bazıları, ge nellikle bu ve müteakip yüzyılın insanlarıdır.
 
Ä°kinci önemli tarihsel veri, tasavvuf dediÄŸimiz bu sente zin, Ä°slâm'ın beÅŸiÄŸi olan Hicaz'da deÄŸil de, Münbit Hilâl de nilen Mısır, Suriye, Irak ve Ä°ran gibi, yüzlerce yıllık eski mistik dinlerin ve kültürlerinin izlerini hâlâ canlı bir biçim de koruyan ülkelerde ortaya çıkmış olmasıdır. Yukarıda isimleri zikredilen mutasavvıflar ve daha birçokları, köken olarak Hicazlı deÄŸil, bu sayılan ülkelerdendi.
 
Üçüncü ve yukarıdakiyle baÄŸlantılı olan önemli bir tarihsel veri, bu sayılan mutasavvıfların büyük bir kısmının, ana larında Arap kökenliler de bulunmakla beraber, gayri Arap ve hattâ bir iki nesil önceden ya Hıristiyan, ya ZerdüÅŸti, ya da Maniheist olan, sosyoekonomik bakımdan orta seviyede ki, genellikle esnaf ailelerden geliyor olmalarıydı.
 
Bu, yuka rıda sözü edilen Ä°slâm öncesi mistik kültürlere ait etkilerin hangi yollarla girdiÄŸini anlamamıza da yardımcı olduÄŸu gibi, tasavvufun ortaçaÄŸ Ä°slâm toplumunda hangi sosyal ortamda ortaya çıktığınıda göstermektedir.
 
Böyle olunca tasavvufun sosyal tabanının, tıpkı teorik yani doktrin tabanında olduÄŸu gibi, esasen Ä°slâm öncesi eski mistik kültürlerin vârisi olan mevâli dediÄŸimiz gayri Arap kökenli tabaka ile, özellikle de eski Mezopotamya topraklarında ilk Ä°slâm fetihlerini müte akip kurulmuÅŸ Basra ve Kûfe'de -daha sonra bunlara BaÄŸdat da katıldı- yerleÅŸen ve bu tabakayla temasa geçen Arap kö kenli yeni nüfus olduÄŸu rahatlıkla söylenebilir.
 
O halde, XI. yüzyıl sonlarına kadarki haliyle tasavvuf ol gusuna sosyal tarih perspektifinden bakıldığında, -hiç ÅŸüp hesiz, tasavvufun artık ÅŸu kadar yüzyıllık hâkimiyeti altın da yoÄŸrulmuÅŸ bugünkü mantıklarıyla meseleye bakanları isyan ettirecek- ÅŸu söz söylenebilir:
 
Tasavvuf haddi zâtında, kendi kültürleri üzerine -dışarıdan, üstelik "medeniyetçe daha aÅŸağı" seviyedeki- gözüpek bedevi Arap fatihleri sayesinde hâkimiyet kuran Ä°slâm'ın tevhid inancını fazla yalın ve açık bu lan köklü ve yerleÅŸik "üstün" bir kültürün mensuplarının, bu kültürü galiplerin inancının kalıplarını kullanmak suretiyle o inanç içerisinde tekrar diriltme, yaÅŸatabilme ve koruyabilme çabası olarak, Ä°slâm'ın içinde adetâ "paralel bir din" ÅŸeklinde algılanabilir.
 
Dördüncü ve belki yukandakilerinden daha da önemli bir diÄŸer tarihsel veri, bizzat teorik temelde tasavvufun esprisidir. Dikkat edilirse tasavvuf, "Ä°slâm'ın, Yaradan'ı yaratılan'dan ayırmak suretiyle ortaya koyduÄŸu "Yaradan-yaratı lan ayırımı"nı, yani kendine mahsus deyimiyle tevhid deni len "Allah'ın kesinlikle ortak kabul etmez birliÄŸi" ilkesine mukabil, yaratılanın, Yaradan'ın tecellisinden, zuhurundan baÅŸka bir ÅŸey olmadığını varsaymak suretiyle ortadan kal dırmaya çalışan bir mistik felsefe" olarak Ä°slâm tarih ve kül türünde ortaya çıkmıştır.
 
Tasavvuf teorilerinin bütün var yantlarının esas olarak bu temelde birleÅŸtiÄŸi söylenebilir. Tasavvuf, bu ikiliÄŸi ortadan kaldıracak aracı bir kavram da geliÅŸtirmiÅŸ, insan-ı kâmil dediÄŸi, "ideal insan"ı simgeleyen bu aracı kavramı, üstün ilâhi sıfatlarla donatarak -bir an lamda zımnen adetâ Ä°slâm'ın peygamberlik kurumuna ra kip olarak geliÅŸtirdiÄŸi- velayet teorisi içine yerleÅŸtirmiÅŸtir, insanın ilâhi gerçeÄŸe ulaÅŸtığı son noktayı temsil eden in san-ı kâmil mertebesine, ancak velayet sistemindeki bütün kademelerin aşılmasıyla ulaşılabilir. (5) Kutb yahut ÄŸavs tâbir edilen en üst noktadaki, kâinatı Allah adına idare eden en büyük veliden, aÅŸağı doÄŸru, bu teorinin öngördüÄŸü silsile-i merâtip içinde yer alan en düÅŸük rütbeli veliye kadar
 
Velâyet teorisinin dikkatli bir tahlili, bize, Ä°slâm'ın tevhid inan cıyla pek kolay baÄŸdaÅŸmayacak, adetâ Allah'ın sıfatlarını ve kudretini onun adına kullanan insanüstü fevkalâde vasıflar la donanmış bir "yarı tanrılar" panteonu ile karşı karşıya bulunduÄŸumuz izlenimini verir.
 
Bu yapısıyla tasavvufun gerek siyasî çevrelere, gerekse halka kendini kabul ettirmesi ve bazı ÅŸiddetli muhalif çev relere raÄŸmen yüzlerce yıl varlığını sürdürerek bugünlere gelmesi kolay olmadı.
 
Bugün büyük birer veli olarak takdis dilen Bâyezid-i Bistâmi, Cüneyd-i BaÄŸdadi, Hallâc-ı Mansûr gibi mutasavvıfların ve daha birçoklarının Ä°slâm'ın tev hid inancına ters bir konumda duran bu tasavvufi teorileri, ilk zamanlarda ulemâ tarafından ÅŸiddetli tepkilerle karşılaÅŸ tı ve kendileri zındık ve mülhid ilan ve bir kısmı da idam edildi. Tasavvuf tarihi bu tür olaylarla doludur ve bunların en trajik örneÄŸi, çok iyi bilinen Hallâc-ı Mansûr hadisesidir.
 
Tasavvufun kendini kabul ettirme mücadelesi XI. yüzyıla kadar sürdü. Bu arada mutasavvıflar, ilk teorilerini birtakım te'villerle yumuÅŸatıp ulemânın ve siyâsi çevrelerin tepkisini daha az çekecek biçimlere soktular.
 
Ayrıca silsilelerini, yu karıda da deÄŸinildiÄŸi gibi, Ashâb-ı Suffe denilen, Peygamber döneminin ilk bekâr ve "yarı zâhid" bir grup sahabesine ve hem maddi hem mânevi silsile olarak özellikle de Peygamber'in damadı Hz. Ali'ye baÄŸlanarak, onun vasıtasıyla da biz zat Peygamber'in kendisine dayandırmak suretiyle kendile rini meÅŸrulaÅŸtırmaya çalıştılar.
 
Tabiatıyla bu arada pek çok da silsile uyduruldu. Ancak XI. yüzyılda, Ä°mam Gazzâli (öl, 1111)'nin gayretiyle tasavvuf ve Ä°slâm barışık hale getirile rek -burada nasıl olduÄŸunu izaha giriÅŸemeyeceÄŸimiz- bir yu­muÅŸama saÄŸlandı.
 
Gazzâli'den sonra tasavvuf, ulema ve mu tasavvıfların karşılıklı biribirlerini törpülemeleri sonucunda artık gerek toplumda gerek siyasi çevrelerde, gerekse en azından belli bir ulema nezdinde daha kolay kabullenilir bir konuma geldi.
 
Hattâ XI. yüzyıldan itibaren tarikatların orta ya çıkmaya baÅŸlamasıyla, ÅŸeyhlerin kerametlerini anlatan menkabelerin, onların etrafında yarattığı karizmanın da bü yük katkısıyla ileriki yüzyıllarda artık Müslüman kamuoyu nun büyük bir çoÄŸunluÄŸunun Ä°slâm'dan ayrı düÅŸünemeye ceÄŸi, hattâ Ä°slâm'la özdeÅŸ göreceÄŸi bir hale büründü.
 
Vaktiy le sûfileri zındık ve mülhid diye gören bu kamuoyu bugün, tasavvufu kabul etmeyenleri neredeyse Ä°slâm dışı sayacak bir noktaya ulaÅŸtı.
 
Bununla beraber, tasavvufun, daha doÄŸrusu, karizmaları nı ve buna baÄŸlı olarak manevi güçlerini keÅŸif ve kerametle rinden alan mutasavvıfların ve sufilerin, bilimsel olarak Ä°s lâm'ı temsil eden ve otoritesini bu bilimsel konumundan alan ulema ile arasındaki ihtilaflar hiçbir zaman bitmedi. Ulemadan sûfiliÄŸe geçenlere raÄŸmen, zaman zaman alevle nerek sürdü; zaman zaman barışık dönemler yaÅŸandı.
 
XIII. yüzyıl, tasavvufun kendi tarihsel geliÅŸim süreci içinde en büyük dönüm noktasını gerçekleÅŸtirmesine ÅŸahit oldu: Bazılarının ısrarla redde çalışmalarına raÄŸmen, Neoplatonist teozofinin tasavvufa yansıyan bir varyantından baÅŸka birÅŸey olmayıp, esasen daha önce, yukarıda isimleri sayılan bazı mutasavvıflarda fikren mevcut olmakla bera ber, bütün çaÄŸların en ünlü mutasavvıfı Muhyiddin Arabi tarafından metafizik bir sistem halinde geliÅŸtirilen Vahdet-i Vücud teorisi, bütün tasavvuf telâkkilerini etkiledi. (6)
 
Tasav vuf artık Ä°slâm dünyasının her tarafında bu mistik felsefe nin hâkimiyetine girdi. Bu teorinin ileri boyutlara vardırı larak deÄŸiÅŸik zaman ve mekânlarda, mesela Hurufiler'ce panteizm olarak da yorumlanmış ve materyalist bir mahi yet kazanmış olduÄŸunu, bu yüzden de siyasi otoritelere karşı birçok toplum hareketlerinin doÄŸmasına sebebiyet verdiÄŸini çok iyi biliyoruz, ki bunun Osmanlı döneminde ki en tanınmış örneÄŸi, Åžeyh Bedreddin'dir.
 
Vahdet-i Vücud teorisinin ve buna baÄŸlı olarak -mutasavvıfların açıktan te lâffuz etmedikleri, ama zımnen peygamberlerden üstün ol duÄŸunu imâdan da kaçmadıkları- însan-ı kâmil teorisinin Ä°slâm'ın tevhid inancında açtığı yaralar sebebiyle, vaktiyle Ä°bn Teymiyye (öl. 1328) ve Birgivi Mehmed Efendi gibi ule mânın bu gibi tasavvuf telâkkilerine ve mensuplarına açtığı teolojik savaÅŸ, özelde tasavvuf, genelde Ä°slâm düÅŸünce tarihinin ilginç sayfaları arasında yer alır.
 
Ä°ÅŸte XI. yüzyıldan itibaren OrtadoÄŸu Ä°slâm dünyasını içi ne alan geniÅŸ topraklarda tasavvuf, yavaÅŸ yavaÅŸ belli bir teÅŸ kilat dahilinde düzenlenmiÅŸ birtakım sûfi teÅŸekkülleri orta ya çıkarmaya baÅŸladı.
 
Åžeyh denilen mistik önderlerin mutlak otoriteleri yönetimindeki bu mistik teÅŸekküllere tarikat (çoÄŸulu turuk, yahut tarâik), veya taife (çoÄŸulu tavâif) de nildi. Åžeyhin bu karşı çıkılamaz mutlak otoritesi altında ge liÅŸtirilen sistematik bir hiyerarÅŸinin hakim olduÄŸu bu teÅŸek küllerin ilk modelleri, hiç ÅŸüphe yok ki, daha önceki Yahu di, Hıristiyan, yahut Budist tarikatlardı.
 
Tasavvuf kaynakla rında bu etkilenmeleri teyid eden birtakım anekdotların bulunduÄŸunu çok iyi biliyoruz. Ayrıca, pek çok tarikatın geliÅŸtirdiÄŸi, Ä°slâmî hiçbir temeli bulunmayan bu sıkı hiyerarÅŸik yapılar, âyin usulleri ve bazı erkân da, bu etkilenmelerin tarihsel belgeleridir.
 
Tarikatlar dönemi bir bakıma ar tık, tasavvufi nazariyeler döneminin sona eriÅŸ, münhasıran resmi âyin ve erkân (ritüeller) hâkimiyeti devrinin baÅŸlayış dönemi sayılabilir.
 
Dolayısıyla tasavvufun tarikatlar haline dönüÅŸümü, bir anlamda Ä°slâm düÅŸüncesine derin mistik boyutlar katan teorik tasavvufun sonunu hazırlamış sayılabilir ki, Ä°slâm dünyasındaki tasavvufun bugünkü manzarası da, tarikatlar hakimiyetindeki bu ikinci dönemin bir uzantısından baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildir.
 
Bu Müslüman tarikatların hiçbirinin Hicaz mıntakasında doÄŸmamış ve yayılmamış olması, hattâ bugün de burasının tasavvufa tamamen kapalı bulunması, üzerinde düÅŸünül mesi gereken son derece dikkat çekici bir durumdur.
 
Artık OrtadoÄŸudan baÅŸlamak suretiyle bir yandan Kuzey Afri ka'ya, öte yandan Uzak DoÄŸu'ya kadar bütün bir Ä°slâm dün yası, ortaçaÄŸlar boyunca muhtelif mistik eÄŸilimlerdeki tari katların teÅŸekkül ve geliÅŸmelerine, yayılmalarına sahne ol du.
 
Bunlar, gittikleri yerlerde zamanla mahalli kültürleri özümseyerek kendilerini oraların özelliklerine uyarladılar. Bu sebeple bir tarikatın aynı devirde deÄŸiÅŸik coÄŸrafi mınta-kalardaki görünümlerinin biribirinden farklı nitelikler ka zanması olayının tasavvuf tarihinde pek çok örneÄŸi olduÄŸu gibi, aynı tarikatın zaman içinde birtakım deÄŸiÅŸimler geçir diÄŸinin örnekleri de vardır.
 
Meselâ, OrtadoÄŸu'da ortaya çı kıp Asya'da, UzakdoÄŸu'da yayılan tarikatlar, oradaki eski Budist ve Maniheist veya daha baÅŸka mistik kalıntılarla karıştılar. Kuzey Afrika'da yerleÅŸenler, âyin ve erkânlarına aynı ÅŸekilde oraların mahalli geleneklerini kattılar.
 
Bu ise bir kısım tarikatlar bünyesinde -Rifâiler'deki burhan denilen kendine iÅŸkence etme ritüeli gibi- Ä°slâm'la baÄŸdaÅŸmayan ba zı uygulamaların, pek çok mitolojik unsurların ve hurafele rin rahatça yer bulmasını saÄŸladı.
 
Sosyolojik olarak çok tabii görünen bu özümseme süreci nin, muhteva olarak hurafelerle karışık bir Müslümanlık anlayışı doÄŸurmasına karşılık, pratikte önemli bir faydası da oldu:
 
Tarikatlar aracılığıyla o bölgeler halklarının, eski geleneklerinden pek ayrılmadan, dolayısıyla, büsbütün farklı bir kültür dairesine girmenin yarattığı tedirginliÄŸe meydan vermeden, yalnızca kalıpları deÄŸiÅŸtirerek kolayca mürid olmalarını, bu vasıta ile Müslümanlığa geçiÅŸlerini saÄŸlamak imkân dahiline girmiÅŸ oluyordu, Ä°slâm'ın Asya, Afrika ve Balkanlar'daki yayılma sürecinde tarikatların oynadığı roller bugün çok iyi biliniyor.
 
Nitekim, Osmanlılar'ın Balkanlar'daki fetih hareketlerine paralel olarak bura larda faaliyet gösteren tarikatların, yerli halkları yeni yönetime ısındırmaları açısından önemli bir görev yaptıkları, ama yaydıkları Ä°slâm tarzının da, büyük ölçüde hurafelere dayalı bir Müslümanlık olduÄŸu tarihsel bir gerçektir.
 
Bu konular üzerinde uÄŸraÅŸan tarihçiler, genellikle meselenin bu tarafıyla pek ilgilenmemiÅŸlerdir. Tarikatların günümüzün Batı dünyasında da aynı misyonu yerine getirdiklerine, pek çok Batılı entelektüelin, kendilerine fevkalâde egzotik gelen bu mistik çevreler vasıtasıyla Ä°slâm'ı kabul ettiklerine dair oldukça ilginç örnekler vardır. (7)
 
Son olarak ÅŸu noktaya da temas etmek gerektiÄŸini düÅŸünüyoruz: Tasavvuf ve dolayısıyla tarikat denilen bu sûfi teÅŸekküller, IX. yüzyıldan yaklaşık XIII. yüzyıla kadar, bu yüzyıldan da, eski yoÄŸunlukta ve parlaklıkta olmamakla beraber, neredeyse zamanımıza kadar muazzam bir tasavvuf düÅŸüncesi, bir bâtın ilmi, ve buna paralel olacak, edebiyatıy la, mûsikisiyle, mimarisiyle, öyle bir kalemde reddedilemiyecek büyük bir kültür yarattılar.
 
BaÅŸka bir deyiÅŸle, Ä°slâm'ın zahiri (exoteric) bilgisini üreten ulemanın yanında, batini (esoteric) cephesine dair -her zaman da sıhhatli olmayan-yorumlar üreten birer mektep haline geldiler. Ä°çlerindeKalenderiyye gibi, Ä°slâm'ın temel inançlarıyla taban tabana zıt konumda bulunanlar olduÄŸu gibi, NakÅŸibendiyye gibi, Sünni esaslara titizlikle uyanları da oldu.
 
Tarihsel perspektife dayalı bu kısa tahlilden sonra, sanıyoruz, tasavvuf ve tarikatların Ä°slâm'la iliÅŸkilerinin hangi bo yutlarda olduÄŸuna dair belli bir fikir edinilmiÅŸ olacaktır. Bu gün tarih, ortaçaÄŸlardan zamanımıza intikal eden bu muazzam kültürün bir analizinin ve eleÅŸtirisinin yapılması zamanının geldiÄŸini bize hatırlatıyor.
 
Tasavvuf bugünün modern dünyasının insanına, eskiden olduÄŸu gibi, problemlerden bir kaçış veya, birtakım ekstatik âyinlerin toplumsal krizinin saÄŸladığı sahte bir hafifleme, aldatıcı bir kurtuluÅŸ yolu mu olacaktır, yoksa tam aksine, o problemlerin çözümü konusunda yardımcı olacak, sükûnete kavuÅŸmuÅŸ ince bir ruh dünyası, geniÅŸ bir düÅŸünce perspektifi mi sunacaktır?
 
Sanıyoruz, artık bu soruyu cevaplandırmanın zamanıdır.
 
Kanaatimizce bugün tasavvufun ve tabii ki tarikatların bu noktada kendilerini yeni bir deÄŸerlendirmeye ve eleÅŸtirel bir iÅŸleme tâbi tutulmaları elzem gibi görünüyor. Ä°slâm dünyasının XIX. Yüzyıldan bu yana giderek hızlanan bir biçimde, gerek dış ÅŸartların, gerekse kendi iç geliÅŸiminin neti cesinde mâruz kaldığı deÄŸiÅŸim krizleri, bugün birçok Ä°slâmi bilim dalını nasıl kendini bir metot ve muhteva kritiÄŸine tâbi tutarak yeniden yapılanma noktasına getirmiÅŸ ve nasıl bu hususta tarihin dayatması ile karşı karşıya bırakmışsa, öyle görünüyor ki, tasavvuf ve tarikatlar da artık, gerek ortaçaÄŸlardan kalma yapılarını, gerekse doktrinlerini aynı ÅŸekilde bir yeniden yapılanma sürecine sokma, belki çoktandır yalnızca ritüellere ağırlık vermeÄŸe suretiyle ihmal ettikleri dü ÅŸünce, tefekkür boyutuna eÄŸilerek yeni teoriler üretme noktasına gelmiÅŸ bulunuyorlar.
 
Herhalde tasavvufun bu iÅŸ lemden geçtikten sonra, kendini yeniden üreterek, artık hurafelerden arınmış bir biçimde Ä°slâm kültürüne yeni kat kılar saÄŸlamasını beklemek, hayalperestlik olmasa gerektir.
 
Bu itibarla, tasavvufun Ä°slâm’a getirilerini ve götürülerini saÄŸlıklı bir muhasebe iÅŸlemine ve eleÅŸtiriye tâbi tutmadan, sırf birtakım yozlaÅŸmalara bakarak ona fanatik bir biçimde karşı çıkmak, Ä°slâm'la hiç ilgisinin bulunmadığını iddia etmek kadar - çünkü böyle yapanlar, bir Muhyiddin Arabi'yi, bir Mevlana Celâleddin Rûmi'yi, bir Yunus Emre'yi, bir Hacı BektaÅŸ'ı feda etmeye razı oluyorlar demektir- geleneksel yapısını hiçbir eleÅŸtiriden geçirmeden, muhasebesini yapmadan körü körüne baÄŸlanmak da, -çünkü bunlar yığınla hurafeye ve insanın hür iradesinin ÅŸeyhlerin tekeline teslimine sahip çıkıyorlar demektir- yanlış bir yaklaşımdır ve mevcut problemleri asla ortadan kaldırmayacaktır.
 ----------------------------
Dipnotlar:
 (1) Burada sûfi ve mutasavvıf ayırımını özellikle yapmak gerekiyor. Çünkü bu iki terimin bazan yanlışlıkla birbiri yerine kullanıldığına sık rastlanmaktadır. Oysa kanaatimizce doÄŸru olan, mutasavvıf teriminin, daha ziyâde kendine mahsus bir tasavvuf nazariyesi ortaya koyup mistik hayatını ona göre yaÅŸayan, bu konuda kendi tasavvufi deneyimini anlatan eserleri bulunanları, sûfi teriminin ise, tasav vufun yalnızca pratiÄŸini yaÅŸayan, ama eseri olsa dahi kendi tasavvuf nazariyesi bulunmayanları ifade eder. Bu ayırıma göre meselâ, Sulemi, Mevlâna, Muhyiddin Arabi, birer mutasavvıf, Hacı BektaÅŸ, Hacı Bayram ise, birer sûfidir.
(2) Nitekim tasavvuf kelimesinin kökeni üzerindeki ihtilaflar da, bu kelimenin esas olarak Arapça olmayan bir kökten türetildiÄŸini, dolayısıyla ifade ettiÄŸi mistik muhteva ve anlayışın Ä°slâm kültürüne hariçten geldiÄŸini iÅŸaret etmesi bakımından dikkat çekicidir.
(3) Bu konuda ayrıntılı açıklamalar için büyük âlim Louis Massignon'un Essai Sur Le Lexique Technique De La Mystique Musulmane (Paris 1968) isimli ünlü eseri ne bakılabilir.
(4) Bu hareketin en iyi izahı hala L. Massignon'un zikredilen eserindedir.
(5) Bu mesele için msl. bk. Ahmed Subhi Furat. "Veli", Ä°slâm Ansiklopedisi ; E de Jong, "Qutb", Encyclopedie de l'Ä°slam.
(6) Bu konuda özellikle iki mühim bilim adamının, Michel Chodkiewicz ile, William C. Chittik'in gerçekten ufuk açıcı eserlerini tavsiye etmek gerekiyor.
(7) Bu konuyla ilgili olarak, NakÅŸibendiliÄŸin Ä°ngiltere'deki konumu ve oynadığı role dair baÅŸarılı bir araÅŸtırma için bk. Tayfun Atay, Batıda Bir NakÅŸi Cemaati: Åžeyh Nâzım Kıbrısi ÖrneÄŸi, Ä°stanbul 1996, Ä°letiÅŸim Yayınları.
 ---------------------------------
Kaynak: Prof. Ahmet YaÅŸar Ocak: Türkler, Türkiye ve Ä°slam; Yaklaşım, Yöntem ve Yorum denemeleri. S. 157-173.

Not: Metni sitemize ileten Bilal Sürgeç hocamıza yürekten teÅŸekkürler...

Yorum

Sadece kayıtlı kullanıcılar yorum yazabilirler.
Lütfen hesabınıza giriş yapınız veya kayıt olunuz.

Powered by AkoComment 2.0!

Son Güncelleme ( 04-09-2011 )
< Önceki   Sonraki >


Advertisement

Kullanıcı Girişi
Ziyaretçi Sayısı
111413698 Ziyaretçi
 
www.beyaz.net