Çatıdaki çatlak Murat Belge - Taraf, 27.12.2008 Günün konusu “yargıdaki çatlak”! Böyle bir çatlağın olması deÄŸil de (çünkü o ne zamandır var), ortaya çıkması, “beldeler” gibi görünüÅŸte epey entipüften bir konuya baÄŸlı. Ama “beldeler” ve “yerel seçim”, “AKP’nin arkasındaki desteÄŸin sürmesi” gibi olaylar, bunun tamamen “politik” bir gerekçe olduÄŸunu gösteriyor. Yani “çatlak”, politik bir çatlak. Pek de ÅŸaşırtıcı olmayan bir biçimde, toplumun her yanında yeniden üretilen bölünmenin, yargı kurumunun en üst katlarına da aynen yansıdığını iÅŸaret ediyor.
Mahkeme’nin karar verdiÄŸi günden mi, kararın açıklandığı günden mi saymaya baÅŸlamak gerekiyor? Buna cevap verecek durumda deÄŸilim. Ama zaten asıl kavganın bu “teknik” konuyla bir ilgisi olduÄŸunu da düÅŸünmüyorum.
Bir toplumda yargı kurumları arasında böyle uyuÅŸmazlıkların olabilmesi çok ürkütücü bir ÅŸey. Türkiye bir “alışma kültürü” ülkesidir. “Nisap” davasından “kapatma” davasına, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarıyla, Danıştay’ın ve Yargıtay’ın birçok beyanatıyla (tek tek üyelerin sözleri olsa da “resmî” olmayan bir biçimde baÄŸlayıcı) biz Yargı’nın “bağımsızlığı” kavramının “hukuktan bağımsızlık” olarak anlaşılması gerektiÄŸi keyfiyetine alışmıştık. Daha alt düzeyde olanlara (Van Savcısı vb.) hiç girmeyeyim.
Åžu son dönemde Yargı’nın belirli bir biçimde tanımlanan “rejim”in “son savunma hattı” iÅŸlevini üstlendiÄŸini daha önce de yazmıştım. Bu durum “son döneme” özgü bir ÅŸey olsa da, bu ülkede Yargı’nın “hukuk”a deÄŸil “devlet”e, “raison détat”ya, genel devlet politikasına uygun bir biçimde ve böyle bir anlayışla iÅŸlediÄŸi yıllardan beri bildiÄŸimiz bir olgudur.
Tanzimat’ta ya da MeÅŸrutiyet’te ya da Cumhuriyet’te, “modernleÅŸme/ dönüÅŸüm” tepeden tasarlanıp topluma “talimat” biçiminde ulaÅŸmıştır. Toplum, dönüÅŸümün “özne”si deÄŸil, “nesne”si olarak görülmüÅŸ ve öyle olmuÅŸtur. Alttan gelme bir halk hareketi olamayınca, dönüÅŸümün mekanizması da “yasa” olmuÅŸtur.
Bu durum, ülkenin yasalarla doÄŸrudan ilgili kurumlarını özel bir konuma yerleÅŸtirmiÅŸtir.
Hukuk normal durumda muhafazakâr bir temele oturur, çünkü varolan ve benimsenen toplumsal iliÅŸkileri korumak ve devam ettirmekle yükümlüdür. Ama aÅŸağı yukarı bütün tek-parti rejimi boyunca Türkiye’de hukuk (henüz) olmayan ama olması istenen toplumsal iliÅŸkileri gerçekleÅŸtirmek üzere varoldu.
Bu anlamda, yaÅŸamanın ve yürütmenin uygulama ve tasarruflarını denetlemekten çok, devlette cisimleÅŸen iradenin gerçekleÅŸtirilmesinin üçüncü ayağı olarak iÅŸlev gördü. 1924 Anayasası’nda “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin pek fazla izi yoktur. Bu zaten Türkiye’ye özgü devlet felsefesinin gerçekten içine sindirdiÄŸi bir zorunluluk deÄŸildir, bugün de böyle görülmez.
Ancak çok-partili düzene geçilmesiyle, Yargı, Yasama ile Yürütme’nin karşısına çıkabilir bir “üçüncü güç” haline gelebilmiÅŸtir ama bunun da Montesqieu’nun vb. anlattığı “kuvvetler ayrılığı” ilkesiyle herhangi bir ilgisi elbette ki yoktur. Bağımsız olduÄŸu için deÄŸil, tek-parti felsefesine, ruhuna, üslûbuna tamamen baÄŸlı olduÄŸu için ve onu korumak üzere, Yargı, Yürütme ve Yasama ile çatışabilen bir konuma yerleÅŸmiÅŸtir.
Bu toplumda “hukuk”un önemli bir kısmı da devletin kendine düÅŸman belledikleriyle mücadele etmesi ve onları cezalandırmasının aracı olmuÅŸtur. Bu da, “Yargı” dediÄŸimiz o soyut varlığı somut kuruma dönüÅŸtüren somut bireylerin irade ve rızasıyla olmuÅŸ bir ÅŸeydir.
Yapılan bazı anketlerde, bazı yargıçların kendilerinin, “ortada devlet çıkarı varsa hukuk mukuk dinlemem” dediklerini biliyoruz.
Åžimdi olanların gerisinde de bu yüzyıllık temel var.
Demokrasinin en birincil (en “elementaire” anlamında) ilkeleri bile, bugün dahi, tam oturmuÅŸ deÄŸil.
Sadece kayıtlı kullanıcılar yorum yazabilirler. Lütfen hesabınıza giriş yapınız veya kayıt olunuz. Powered by AkoComment 2.0! |