“Bak Mehmet” bey dedi, “Allah aşkına benden ne istiyorsunuz? Benimle uğraşmayın yeter artık. Biliyorsun ama bilmezlikten geliyorsun. Hep böyle yaparsınız zaten.”
Ne yapsam? Neler saçmalıyordu yine? Bu kaçıncı kez Ya Rabbim? ‘Gene beni rahatsız etmek için mi geldin? Gecenin bu ilerlemiş vaktinde, kitaplarım, notlarım arasında kendimi keyifle yitirmişken ne hakkın var beni üzmeye? Üstelik davetsiz konuk olarak. Her şeyin bir usulü bir inceliği var.’ Böyle mi deseydim? Kaç kez dedim. Nafile. Kim bilir şimdi hangi kuruntusunu çoğaltıyor içinde. Nerden buldu bu adam beni, nereden buldum? Öf Cumhur Bey öf…Hep sorun oldun bana. Hep sıkıntı. Sana gösterdiğim hak etmediğin anlayış beni fazlasıyla zedeliyor artık. Şöyle anlatırım olmaz. Böyle izah ederim olmaz. Ne yapacağız bilemem. Şu tuhaflığa bakın ki aramızda zorunlu bir ilişki var üstelik. Seninle beraber yaşamaya alışacağım diye her defasında kendimi mi aldattım yoksa? Verdiğim ödünler üzerinde gelişti ilişkimiz. Tek taraflı. Sürekli ben idare ettim. Sürekli ben. Biraz anlayış…Sadece biraz anlayış beklerken senden çok şey mi istiyorum? Esnek olsan azıcık. Mecbur muyum, mecbur muyum? Çelişki de, zorluk da, karmaşa da buradaydı. Mecburdum. Mesafeyi açmak istedim, olmadı. Başaramadım. Kimi dostlarıma anlatıyorum kahkahayla gülüyor, ‘Olur mu böyle şey’ diyorlar. Olmaz tabi. Olmamalı. Gelin bir de bana sorun. İyi günlerimizden birinde, çay ocağında birlikte çay içerken beni düş kırıklığına uğrattı. Eften püften bir sebeple garson çocukla gürültü koparmaz mı? Üstelik haksız yere. Yerin dibine girmiştim. Rezil oldum. Aynı dairede beraber çalıştığımız oldu. İşkilli, geçimsiz biri olduğunu o zaman daha iyi anladım. Havadan nem kapardı. Gönülsüzdü. Pek hevesli görünmüyordu. Dosyalar, evraklar günlerce el atılmalarını bekleyerek masanın üzerinde yığılır, öylece bekler. Sonunda ne yapıp eder bütün işleri arkadaşa kakalardı. ‘İşi bilecek işe gitmeyeceksin.’ Ardından gevrek, yayvan bir gülüş. Ah Cumhur Bey…Genel müdürle kurduğun yakınlığın sırrı düşündüğüm gibi miydi bilmem. Amcanın dairemizi ziyaretinden sonra çok şeyin değiştiği açıktı. O seni hep idare eden, seninle aralarını bozmamaya çalışan, bunun için özenli, olağanüstü çabalar harcayan arkadaşlara üzülüyor, acıyorum. Hatalarını, eksiklerini bulup buluşturur gizliden gizliye şikayet eder miydin etmez miydin söyle? Müdürün gözdesi olmak mı, öyleydin zaten. Geçirdiğim soruşturmada senin parmağın vardı eminim. Ama benim asıl canımı sıkan senin cıvık, hafif, zaman zaman müptezel tavırların. Hele bilgiç tavırların, hiç kimseyi inandırdığını sanmadığım o içten görünme çabaların… Tek kelimeyle kıvırmaların. Ne kaşlarının çatılması, ne yüzünün gülmesi benim için ciddi bir anlam taşımıyordu. Tayinim gecikti. Dayanamadım. İstifa ettim. Gene olmadı. Bende ne bulmuştu bilmem. Gene kurtulamadım. Daha doğrusu o beni bırakmadı. Gölgem oldu adeta.
Sıkıntı veren iç çarpıntılarımla kabararak yükselen öfkemi hep içime attım. İçim acılar yumağı.
Şeytan diyor ki, okkalı bir yumruk indir şu adamın çenesine. Dağıt suratını. Görsün gününü.
Sigaramın dumanını ciğerime kadar emdim.
O çok iyi tanıdığım çaresiz, zehirli sükûnetimle oturdum masamın başına.
Dergiye yazı yetişecek. Yayıncı denemeleri istiyor. Boş, dümdüz bakışım masadaki karışıklığı dolandı. Zihnimdeki bulanıklık kitapların, dergilerin, notlarımın üstüne yayıldı.
“Bak dedim, beni çalışmamdan ediyorsun. Evhamlarınla, kaprislerinle uğraştırma beni.”
Masamın başına dayanmıştı. Üstümde koyu gölgesi.
“Bunlar ne?”
“Kitap olduklarını görmüyor musun?”
“Hımmm. Demek kitap. Sen mi yazdın?”
“Hayır benimki başka.”
“Okudun mu hepsini”
Masamın bir köşesine ancak üst üste koyarak sığdırabildiğim kitaplara ilgiyle bakındı. Oradan ‘Devlet’i usturupluca çekip aldı. Sayfalarını parmakları arasından hızla kaydırdı. ‘Dev-let…’ diye heceledi. Dudak bükerek masanın üzerine gelişigüzel attı. Küt. Bir avuç rüzgâr tabladaki sigara küllerini uçuşturmaya yetti. Lâ havle velâ kuvvet… Öfkeyle patlamamanın öbür seçeneği önü kesilmiş serin sular gibi durgun ve sakin olmaktır.
“Bunlar neden bahsediyor, sen neler yazıyorsun?”
“İstersen götür oku. Öyle daha iyi anlarsın.”
“Okumak mı?”
Güldü. Hafife alma, küçümseme sezinledim dudak kıvrımından.
“Onlarda ne var ne yok hepsini biliyorum ben. Hiçbir şeyden çakmayan kara cahil sanıyorsun beni değil mi? Hep böyle düşündün hakkımda biliyorum. Böyle düşünmene anlam veremiyorum doğrusu. Yakışmıyor sana böyle davranmak.”
Yazıklanır bir edayla ardı ardına sıraladı.
Mahcubiyet neden hep benim payıma düşüyor?
Şimdi başımdan aşağı kaynar sular dökülmüşçesine, yüzümdeki kızarmanın, ruhumdaki boğuntu halinin hangi haklı sebebi olabilir? Her yerimden sıcak titreşimlerle iğneleyen mahcupluk duygusu sardı benliğimi. Suçlu çocuklar gibi o an hiçbir şey söyleyememenin boşluğuna düştüm. Keşke susmak, cevap ya da ifadenin yerini alabilseydi. Alıyor aslında. Ama şimdi, illa da şimdi susmak gerçek bir dil olsaydı. Kendimi suskuyla, suskunun tam ortasında anlatsaydım. Anlatamadıklarımla anlasaydı beni. Dışımdaki suskunun içimdeki gümbürtüsü daktilomda yarım bıraktığım yazıya yönelerek serin bir sükûnet aranıyordu. Yüzümü ona çevirmiştim. Umarsız ilgim gerçek bir kaçış olan boş oyalanmayla, şimdi anlamlarını hiç mi hiç bilemediğim cümlelerin, kelimelerin arasında yalpalıyor, her yana kafamdaki karışıklığı serpiştiriyordu.
“Bu ne?” diye sordu.
“Son yazım”
“Ne anlatıyorsun?”
“Fazla önemli değil. Politik gündemle ilgili konuları tartışıyorum. Bireysel İnsan Haklarına ilişkin yasa tasarısıyla ilgili.”
“Bizim partinin yaklaşımını da eleştirmişsindir.”
“Cumhur Bey neler diyorsun? Bu fazlasıyla gereksiz alınganlıklarına artık bir son vermelisin. Evham büyütmekten başka bir şey bilmez misin sen? Yetmez mi bu kadar kuruntu yaptığın? Sana kastımın olduğunu sanıyorsun. Kendini de bizi de üzme. Yoksa senin mi bize bir kastın var Allah aşkına?”
Böyle dedim. Dedim mi? Dediğimi sanıyorum. Sesimi yükseltmişim. Beklenmedik bir anda damlaya damlaya biriken suyun suyun önü açıldı birden. Kendimi o gürültülü çağıltıya kaptırmışım.
Oturduğu yerden fırlayıp kalktı.
“Asıl sizin niyetiniz nedir? Hep eleştiri hep eleştiri. Olumlu bir şey yazmaz mısınız siz? Kolayınıza geliyor değil mi? Pratik önerilerin var mı onu söyle? Yazdıklarınızın hayatta hangi gerçek karşılığı var? Hep zihin gurultusu. Hep aykırılık, hep ayırımcılık yaptığınız. Samimi misiniz? Memleketin gündemini saptırmayın.”
“Bu kadarı da fazla. Artık daha fazla dayanamıyorum saçmalığına. Nesin sen, kimsin biliyor musun? Hiç. Bir hiç. Sende şu kadar düşünce, şu kadar incelik olsaydı evime böyle izinsiz, paldır küldür gelmezdin. Seni çağıran mı oldu? Hiç sana geliyor muyum, arıyor muyum seni, soruyor muyum? Üstelik kaç kez kaç yolla ‘git’ dedim. Git. Çık git. Seni tanımıyorum. Anladın mı tanımıyorum. Böylece her şey bitsin. Baş ağrılarım oluyorsun.”
Sinir sağanağına tutulmuştum. Sara nöbetine girmiş bir hasta gibi titriyordum. Ne olacaksa olsundu. Bir sigara daha yaktım.
Kılı bile kıpırdamadı. Ağustos göğü gibi durgun, dingin bakıyordu. Yer değiştirmiştik sanki. Az önceki Ben O idi, O Ben. Çıt yoktu. Bir birimizin kalbini daha doğrusu art niyetini dinliyorduk. Şimdi ikimiz de birbirine teğet geçen düşlerimiz, düşüncelerimizle fırtına öncesi sessizliği yaşıyorduk. Öyle miydi? Fırtına dinmiş miydi? İçimde müthiş bir toz duman boğuntusu. Deprem öncesi durgun olurmuş hava. Tuhaf bir ürküntü duymaya başladım. Sigarasından derin mi derin bir nefes çekti. Keyfini çıkara çıkara tavana doğru üfledi.
“Mehmet Bey” diye başladı ince, çekingen bir tonla.
“Böyle devam edeceksen lütfen konuşmayı burada keselim” dedim. “Benim seninle bir alıp veremediğim yok. Doğrusu şuursuz bir savunma mekanizmasının işlemesi gibi içimin sıcak ürperişleri arasından çıktı bu sözler. İyi de oldu her halde. Kelimelerin ateşten sıcaklığını hissediyordum. O’nun da yüzündeki beyaz soğukluğu. Azdan asıktı suratım. Bakmıyordum bile.
“Hayır hayır” dedi, mülayim, yumuşak bir tonlamayla. “Beni yanlış anladınız. Belki ben kendimi anlatamadım. Kızmanda haklı olabilirsin. Benim de seninle bir davam yok. Ayrıca seni sevip saydığımı bilmen gerekiyor. Bunu söylemeye bile gerek duymuyorum. Sen bizim arkadaşımızsın. Sana karşı bir davamız olamaz. Öyle değil mi, olabilir mi aziz dostum? Heyecanlanmakla, hareketlenmekle bir yere varamayız. Birbirimizi anlamak zorundayız. Bilmem anlatabiliyor muyum efendim?”
Bu adam çıldırtacak beni.
Anlayamamanın esrarlı duyarlığı içindeyim. Acele etmeksizin tane tane konuşuyordu. Sesi daha da inceldi, sonra çok uzaktan geliyor gibi zayıfladı, imgelemime kesik tınlamalar halinde fon oldu ve yitti.
O’nu ilk tanıdığımda vergi kontrol memuruydu çokları onu bu sırada tanımış. Çok renkli, inişli çıkışlı bir yaşam öyküsü olduğunu öğrendim. Kalem memurluğundan seyyar satıcılığa kadar yapmadığı iş kalmamış (bir yakının sözüne bakılırsa partisinin koalisyon ortağı olduğu sıra bakanlıklardan birinde müşavirlik bile yapmış) O’nu kalem memurluğu yaparken hatırlayanlar dönerli koltuğunu saatlerce sağa sola döndürmesini unutamazlar. Yanılmıyorsam bizim daireye oradan gelmişti önemli değil. Bir ara özel dershanelerden birinde öğretmenlik yapmıştı. O sıralar üyesi olduğu partiyi temsilen Milli Eğitim konulu bir iki panele konuşmacı olarak katıldı. Neden bilmem söylendiğine göre çalıştığı dershaneden çıkışını vermişler. Mahalli gazetelerden birinde ‘Şehirden Notlar’ sütununda yazıları çıkıyordu arada. O sıra başka bir partiye transfer olduğu kulağıma geldi. Doğruymuş. İlçe belediye meclis üyesi olduğunu duydum sonra. Resim sergilerinde gördüm bir iki. Sanata ilgi duyduğundan hatta resim çalışmalarından söz etmişti. General emeklisi olan amcasının resim çalıştığını ilk ondan öğrenmiştim. Şu Picasso’yu küçümseyen general emeklisi demek Cumhur Bey’in amcasıydı. Soyadı benzerliğiyle ilişkilendirebilmeliydim halbuki, takılmamışım demek ki. İyi ki de takılmamışım.
Saatine baktı
“Vakit epey ilerlemiş” dedi, kendi bilincinde olgun bir ses ile. “Fazla gecikmemeliyim”
Neden bilmem tuhaf bir sıkıntı yüreğimi burkup bıraktı.
Gizli bir merakla öylesine sordum:
“Bir yere mi yetişeceksin?”
“Yoo önemli değil”
O an tereddütü, korkuyu, heyecanı bir arada yaşamanın zorunlu, sıkıntılı sükûnetini hissettim durgunluğunda. Bir anda esrar içmişçesine sakinleşmişti. Ölgün bir sükûnetle baygın bakışı belli ki döne dolana hep aynı noktaya gelen bir hayâlde yüzüyordu. Kendini koltuğa iyice bırakmıştı. Yavaş bir hareketle ceketinin düğmesini çözüp elini beline götürdü. Gördüğüm bir tabanca kabzası olmalıydı.
“Hâlâ niçin geldiğini bile bilmiyorum. Bir isteğin bir ihtiyacın mı vardı?”
“Yok” dedi hayâllerinden kopmaksızın, “ne olabilir ki. Senden ne isteyebilirim. Hayatım anlatamayacağım kadar karışık geçti. Dostsuz kalan, yalnız ve yardımsız kalan hep ben oldum. Onca acılar, sıkıntılar çekerken kimse elini uzatmadı bana. Hep eleştirildim hep dışlandım, yıkılmak istendim. Suçum neydi? Ben sandığınız gibi değilim aslında. Herkesin kendine göre bir görüşü vardır. Önüne gelen beni eleştiriyor. Ben bu kadar mı kötüyüm?”
“Öyle düşünme. Nasıl söylesem her karşı ya da değişik düşünceyi kişiliğine, varlığına yönelik bir eleştiri, bir saldırı gibi algılama. Biraz geniş ol.”
Bakışını bana çevirdi. Nemlenmek üzereydi gözleri
“Şu an bana ne dedin biliyor musun?”
“Ne dedim?”
“Sen dar adamsın küçük adamsın dedin.”
“Ne alakası var?”
“Biraz geniş ol, geniş…Yani geniş değilim, yani dar kafalıyım. Ufku dar, açısı dar önemsiz bir adamım. Bana bak bana bak Mehmet bey! Siz buradan bol keseden memleketi, milleti eleştirirken bu fakir dünyanın yüküne omuz veriyordu. Hâlâ da veriyor. Bu dar kafalı adam palavra sıkmayı beceremez. Ama güvenilmezlikten de bir türlü kurtulamaz.”
“İnsanları anlamak istediğin gibi anlıyorsun. Cumhur Bey artık bunu aşman gerekir, bizi evhamlarınla, kaygılarınla okuma, dinleme. Hiç kimse hiç kimseyi böyle dinlemesin. Bunun için biraz duyarlı olmak bir an karşımızdakinin de haklı olabileceğini düşünmek yeterli.”
Yay gibi fırladı yerinden. Masaya bir yumruk indirdi. Gözüne kan yürümüştü. İşaret parmağı ile dış kapıyı sertçe göstererek,
“O’mu haklı olacak?”
“O kim?” diye sordum, anlayamamanın şaşkın boşluğuyla.
“Bilirsin bilirsin. Bir şey bilmez cahilin teki. Alay ediyor. ‘Tek bildiğim bir şey bilmediğimdir’ diyor. Sonra da her konuda konuşuyor, hakkımda ileri geri olmadık laflar ediyor. Yok ben kendimi bilmezin biriymişim de, bilgisiz erdemsizin tekiymişim de…”
Kalkıp koluna iliştim, yatıştırmaya çalıştım
“Boş ver otur. Bir sigara yak bakalım.”
Yüzüme ustura gibi keskin bir bakış fırlattı.
“Meraklanma ben sakinim. Kendimdeyim. Yoksa sende mi?”
“Ben. Ben ne?”
“Sende mi hakkımda dedikodular yapıyorsun?”
“Ne dedikodusu Cumhur Bey, nereden çıkardın gene.”
“Peki o yazdıkların ne öyleyse? Hayatım, düşüncem, yolum, yaşantım üzerine düşünceler ileri sürüyorsunuz. Size ne benden bırakın yakamı. Bı ra kın…”
“Senin yakanı hiç tutmadık. Hem sonra seni niye yazayım ki? Kendi problemlerimden seninkine sıra gelmez korkma. Yani ben kendimi yazarım.”
Odanın içinde bir o yana bir bu yana bir kaç kez gitti geldi. Sonra kenarından perdeyi azıcık aralayıp dışarıyı kısa bir an süzdü. Acemi serinkanlılığın gizlemeye çalıştığı sinirlilikle saatine baktı.
“Artık bu iş bitecek havada iyice kararıyor” dedi, kararlı bir sesle.
Silahını çekti.
“Bitecek” diye yeniledi.
“Hangi iş sen neler yapıyorsun Allah aşkına?”
“Ne yaptığımı biliyorum, en azından kimseye karışmadığımı biliyorum. Demek ki bu da yetmiyor. Karışmak lâzımmış. Belki haklısınız belki siz haklısınız. İşte ben de karışıyorum.”
“Ne yapmak istiyorsun, ciddi misin?”
“İnancı, onuru, erdemi sizden öğrenecek değilim.”
Salona çıktı. Açık kapılardan odalara son kez bakındı. Hızla kapıya yöneldi.
“Dur dinle beni, çıldırdın mı sen?”
Durdu. Kalbim güp güp dövüyordu göğsümü. Dilimde damağımda bir kuruma. Ansızın antreye yöneldi. Karışık, dumanlı bakışıyla karşımaydı.
“Sen nesin Allah aşkına? Şaşırdın mı çıldırdın mı? Bırak bu boş saçmalıkları, bak saçların diken diken. Bir yanlış yapma sakın. Delilik olur bu. Kendini ve çocuklarını düşün. ‘Artık çok geç’ anlamında başını iki yana salladı.
“Engel olmaya kalkma bana öldüreceğim O’nu.”
“Aptallık etme otur şöyle. Hem o kim? Cinayeti çözüm olarak düşüneceğin kadar çıldırtan bir sorunun olmamalı.”
Dinlemedi bile. Hışımla basamaklardan ikişer üçer atlayarak indi. Ardından ben de indim telâşla. O taşkalada not defterimi evde bırakmayı bile unutmuşum. Sokağa çıktık. O koşuyor ben koşuyorum. Sokaklar boyu uzayan gece, geceler boyu uzayan sokaklar ve cinayet için elverişli bir ortam. Bir sokağa dalıyor, ben de ardından. Bir iki yanan ışıklarıyla pencerelerinden başka hepsi sönmüş ya da yorgun sarı ışıklarıyla çok katlı evler iki yanımızdan su gibi akıyor. Dar bir sokaktan bir iki Roma kemeri altından geçerek ilerliyoruz. Bir su kemeri miydi onlar? Şimdi de bir forumu geçiyor olmalıyız. Bazilika binası sessiz. Skolastik sessizliği de, gürültümüze katarak akıp giden düşlerle birlikle geride bıraktık. Başka bir sokağa dönüyor. Kimseler kimsecikler yok. Aptal adam. Tarihler ve düşünceler boyu soluk soluğa koşturuyoruz. Neler geldi neler getirdi başımıza. İş mi bu? Şu komediye şu trajediye bak.
Anlıyordum O’nu. Ama her anladığımı sandığımda boş bir yanımdan yanıldığımı gördüm. Hep şaşırttı beni. Hep. Öyle hareketler öyle kabalıklar yapardı ki, artık O’nun bana gerçek bir yük, fazlalık, hatta yanlışlık olduğuna, benim günah meleğim olduğuna karar verdim. Tam da bu anlarımda öyle davranışlarını da gördüm ki, ancak gerçek bir vicdan, merhamet, ahlâk, gerçek erdem öyle yapabilirdi. O’nunla doyasıya dost, doyasıya hasım olamadım. En harareti atışmalarımızı hiç ummadığım, beklemediğim anda ve tarzda iyiliğe iyilikle bağlardı. Sonunda çözdüm sanırım. Tam bir politikacıydı. Ne yapıp edip her yangını söndürecek suyu buluyor, istediğinde ne yapıp edip ortalığı alevlendirmeyi de biliyordu. Öyle ki her şeyim, tüm kurgum gürrüdek yıkılan duvar gibi çökerdi o zaman. Yeni bir tereddütün şaşkınlığını yaşardım. Haklı mı haksız mı olduğunu bilemediğim bir noktada, bu çöküntünün altında kalır, kimileyin kendime hayıflanırdım. Anlamakta gecikmedim. Sorunları, ciddi sorunları vardı. Duygumla konuştuğumda aklımdan, aklımla konuştuğumda duygumdan yakalıyordu. Hayatımız düşüncemiz üzerine yap boz, değil değil ‘kızma birader’ oynuyorduk sanki. Haklıydı. Çetrefilli, macera dolu bir hayatı olmuştu. Esasen kendisiyle mi geçimsizdi bilmem. Hayâlleri, beklentileri gerçeği kaldırmaya yetmiyordu. Ciddi olarak kendisi ile olsa, içini dinlese o başkalarını suçlayan tavrından da sıyrılacaktı belki. Örneğin evinde, odasında kendisiyle baş başa kalsa. Aynaya, aynadaki yansımasına, kendi gözüyle, nasıl denir kalp gözüyle baksa, yansımasına hiçbir kaygı, kuşku, beklenti bulaştırmasa, sonra ne bileyim elinden tutup çocuklarını parka götürse, meselâ tahterevallide birlikte oynaşsalar böyle olmazdı belki. Romanlar, şiirler okusa, radyo karısının o çok sevdiği ‘şimdi uzaklardasın’ şarkısını çalarken ona eşlik etse. ‘Gönül hicranla doldu/ Hiç ayrılamam derken kavuşmak hayâl oldu.’ Böyle miydi, birlikte mırıldansa belki böyle olmaya bilirdi.
Başka bir sokağa döndü küçük taşlarla döşeli sokağın iki yanında Antik Yunan sütunları sıralı. Neresi bura? Gecenin sessizliğinde çoğalan ayak takırtılarımızı sütunlu caddenin kederli kimsesizliğine bırakarak yıldırım hızıyla uzaklaştık. Soluk soluğayım. İçimde canı yanmış zehirli bir yılan gibi korkunç belirsizlikler dolanıyor. Agora meydanının direkli portiklerini, şehir meclisi kalıntısını bir tapınak harabesini uçarcasına geride bıraktık. Gürültümüz gök boşluğunda antik bir yankı buluyor. Takatim kesilmişti her yanım ter içinde.
Eski, büyük demir bir kapının önünde durduk.
Bitkin soluk soluğa yaklaştım yanına.
“Çıldırdın mı sen?”
“Boşuna geldin beni engelleyemezsin.”
Biraz yüksekçe olan kapının ilk mermer taşına un çuvalı gibi yığıldım.
“Neresi bura, kaç bin yıl geriye getirdin beni?”
“Burası bizim müze. Sana ardımdan gel diyen mi oldu? Doğru ya niye geldin söyle bakalım?”
‘Bir halt karıştıracağından korktum’ diyemedim.
“Başına bir iş açacağından endişe ettim. Sen hep başına iş açtın zaten. Hem kendini hem başkasını yaktın. Hiçbir şey anlayabilmiş değilim hâlâ.”
“Şimdi anlayacaksın nasıl olsa. Korkma” dedi, “sana zarar gelmeyecek.”
Karanlık acı bir gülüş sezinledim yüzünde.
“Beni buraya verdiler en son, burada çalışıyorum.”
“Ne kendin ne de senin için, çocukların için korkmuştum. Bütün bunlar şaka değil elbet. Gene yap boz mu oynuyoruz yoksa?”
Cebinden bir anahtar demeti çıkardı anahtarı çevirince demir kapı geceyi çiziktiren cırlamayla aralandı. İçeri girdik. Müzenin bahçesindeydik. Bir iki sandukayı, birkaç lahiti, bazıları ayakta bazıları yere yatırılmış mermer sütunları, kırık sütun başlarını, gene şurası burası kırılmış heykelleri ay ışığında seçebildim. Dolunay kat kat ipekten perdeler gibi gerili bulutların kıvrımları arasından gümüşsü yüzünü bir gösteriyor bir gizliyor. Gökte lacivert bir hışırtı sadece. Çınar ve gül ağaçları zamanları aşan esintiyle tatlı tatlı kımıldıyorlar. Bahçedeki otantik hava ay fısıltısına karışan yumuşak bir lir sesiyle daha da düşselleştiryor. Bu eşsiz güzelliği böyle mi yaşamalıydık? Büyüyü bozmadan ilerledik. (kendimi hırsız gibi hissettim nedense) Mermer bir heykelin karşısında durdu. O’da yorulmuştu koşusunu başarıyla bitirmiş bir atletin huzurlu yorgunluğuyla derin derin soluyordu. Korkum yerini sonu meçhul bir meraka bıraktı hemencecik.
“İşte” dedi, “işte bu adam.”
Mermerden yontulmuş bir heykel, kaidesine sağ ayağı ile basmıştı biraz geride olan sol ayağının yalnız parmak uçları kaideye temas ediyordu. Yürürken dondurulmuş bir enstantene. Bol ve çok kıvrımlı elbisesiyle betimlenmişti; saçı sakalı dağınık başı ileriye bakıyordu. Sizde derinlikli bir düşünme hissi uyandırıyordu. Eli bağrına bastığı bir kitabı sıkıca kavramıştı.
“Kim bu?”
“Socrat. Socrates!...”
Sıkıca kavradığı silahını Sokrat’a çevirdi
“Hey Cumhur Bey delirdin mi sen?”
Silahı bana çevirdi.
“Yaklaşma. Olduğun yerde kal.”
“Yapma dedim, yüzyılların cinayeti olur bu.”
“Hiçbir şey olmaz. Fazla büyütme sen de.”
Çekti tetiği.
Silah antik bir boşlukta patladı.
Mermi kalbine isabet etti Socrat’ın. Küçük bir mermer kıymığı düştü yere. Aynı yerimden acı duydum. O ateşten acıyı elimle bastırabilecek miydim? Yere düştüm. Ben bir yanda defterim bir yanda. Eyvah düpedüz kan bu sızıntı. Defterin yapraklarına düşüyorlar pıt pıt.
Öfke ve alay karışımı bir edayla:
“Haydi konuş Büyük Adam” dedi.
Silahını bir daha ateşledi. Mermi başına saplandı bu kez. Az önceki metalik vınlamayla gelen yoğun sıcak sızıyı başımda hissettim bu kez. Yangınsı bir havalanmayla içimden kopup gelen varlığım, yaşama soluğum şimdi birer ateş parçası olan kalbim ve kafam arasında ansızın inen birkaç tonluk presin altında kalmışçasına sıkıştı sanki.
“İşte bu kadar” dedi. “Hak ettin ama bunu. Sana ne, size ne benim kişiliğimden, dünyamdan. Anladınız mı şimdi gerçeği. Karşı konulamaz olanı. Yapraklar arasından sızan ay ışığı oynaşırken nesnelerde, siz mağaralarınızda onların hakikatlerini kavrayabilirsiniz artık. Söyleyebildim değil mi? Hah hah hah ha ha…
Mağara. O mağaranın hoyratça karıştırılmış ölümcül karanlığı mı şimdi içimi dışımı saran? Ay beyaz değil artık, her şey hayâl meyâl, koyu, dumansı bir bulanıklık içinde. Çok geçmedi. Geçmişle gelecek, ölümle yaşam rüyayla gerçek arası bir aralıktan kendine güvenen, olgun, cesur bir ses “Hayır” dedi.
“Hayır. Aldanıyorsun küçük adam.”
Derin bir irkilişle ruhum canlandı yeniden Sokrat’tı bu. Yürürken dondurulan enstantene usulca hareket kazandı. Bakışını Cumhur Bey’e çevirmişti. Vakurdu. Zaten kaldırmak üzere olduğu gerideki ayağını öne doğru attı. Serin bir rüzgâr üzerindeki yüzlerce yıllık toz toprağı yumuşakça üfledi. Kıpırdayan yaprakların hareketine Sokrat’ın bol kıvrımlı elbisesi de katıldı. Kaidesinden yavaşça indi. Cumhur Bey’e yöneldi. Dehşetli bir duraksama olduğu yere çiviledi bizimkini. Cin çarpmış gibi oldu. Gözleri fal taşı gibi açılmış dili tutulmuştu. Elinden silahı aldı fırlattı.
“Aptal.”
Bana döndü. Ay Sokrat’ın gözlerinden doğmuştu sanki. Yine beyaz. Tarihsel bir hafifliğin kucağındaydım. Heyecan dolu bir sevince boğuldum. Benim de dilim tutulmuştu
“Üstat” dedim, başka bir şey diyemedim. Engin bir coşku boğazımı düğümlemişti.
“Hep var olacaklar” dedi. Başımdaki gül yapraklarını silkti usulca.
“Defterini al.”
Defterime uzandım. Oraya da gül yaprakları saçılmıştı. Kırmızı. Aldım ve kalktım.
“Ve hep var olacağız” deyip kaidesine döndü.
Sadece kayıtlı kullanıcılar yorum yazabilirler.
Lütfen hesabınıza giriş yapınız veya kayıt olunuz.