KUTSAL TOPRAKLARA YOLCULUK -3- Halit ÖZDÜZEN( AraÅŸtırmacı Yazar) KUTSAL MEKANLARI ZÄ°YARET Bedir dönüÅŸü otele uÄŸradığımızda, sabah kahvaltıdan sonra Uhud,Kuba Mescidi, Kıbleteyn Mescidi ve Yedi Mescitlere toplu gezi programı düzenlendiÄŸini öÄŸrendik. Bu gezi Diyanetin Umre paketinde belirttiÄŸi araçlı gezilerden biriydi. Genellikle tüm firmalar bu gezileri katılımcılara ücretsiz düzenlemektedir.
Sabahleyin Mescid-i Nebi’deki görevlerimizi yerine getirdikten sonra, kahvaltı yaparak ser-vis otobüslerine yöneldik. Otobüsler eski model ve koltuk araları oldukça dardı, neyse ki “buna da ÅŸükür” diyerek yerimizi aldık. Ä°lk durağımız içerisinde Hz. Peygamber (S.A.V) ve Sahabelerin yüzlerce hatırasını barındıran Kuba Mescidiydi. Yolda Grup BaÅŸkanımız, imam-hatip Halit Açıkel Kuba ve Mescid hakkında özet bilgi aktardı. Hoca daha önce de turlara katılmış, hatta birisinde kafile baÅŸkanlığı da yapmış tecrübeli birisiydi.. Tecrübenin dışında sürekli de ders çalıştığını gözlemledim. Bu nedenle katılımcılara gereken bilgileri verebilecek donanımdaydı.
Kuba, Medine’ye 5 km mesafede –ÅŸimdilerde neredeyse birleÅŸmiÅŸ -yeÅŸillikler ve hurma bahçeleri arasında oldukça ÅŸirin bir yerdi. Hz. Resulullah’ın Medine’ye varışında ilk kucak açanlar Kubalılar olduÄŸundan, müminler için önemli bir merkezdi. Grup BaÅŸkanı zamanın kısıtlı olduÄŸunu belirterek, iki rekat nafile namaz kılarak otobüse intikal edeceÄŸimizi belirtti. Mütevazi bir mescit beklerken, dört minareli Anadolu’daki pek çok ÅŸehrin camisinden büyük Arap-Ä°slam mimarisinin oldukça güzel bir örneÄŸi ile karşılaÅŸtık. Ä°çerisine girdiÄŸimizde oldukça ferahtı. Mescid-i Nebi’de olduÄŸu gibi her taraf pırıl pırıl ve temizdi..Ziyaret ettiÄŸimiz gün PerÅŸembeydi, Cumartesi gününü de özel olarak ziyaret etmeyi düÅŸündüÄŸümden,çevreyi fazla tetkik etmeden Kuba’dan ayrıldık.
Yolda ilk Cuma Mescidinin önünden geçerken “onarımda olduÄŸu”nu söylediler… ilk Cumayı kılanlara selam ve Fatiha göndererek, yola devam ettik. Ä°kinci durağımız Uhud ÅžehitliÄŸi ve savaÅŸ alanı oldu. Otobüsten inerek, “Okçular Tepesi”nin önüne kadar ilerledik, orada Kur’an okunarak dualar yapıldı, akabinde Ä°slam’ın büyük ÅŸehidi Hz. Hamza ve diÄŸer Uhut ÅŸehitlerini ziyaret ettik. Bu ziyaretimiz kısa olduÄŸu için Hz. Resulullah’ın tedavi gördüÄŸü maÄŸarayı ancak uzaktan görebildik. Ä°nÅŸaallah kısmet olursa, burayı da özel ziyaret ederek MaÄŸaraya da tırmanacaktık. O ziyareti anlatırken Uhut savaşının Ä°slam tarihindeki önemi ve bu savaÅŸtan çıkarılacak derslerinde üzerinde duracağım. Fakat bu ziyaretimde Uhud’da karşılaÅŸtığım ibretlik manzaraya deÄŸinmeden geçemeyeceÄŸim..
Yok Edilmeye Çalışılan Tarihi Mekanlar Bedir ÅžehitliÄŸini ziyaret ederken Çanakkale ÅžehitliÄŸini hatırlamıştım;burada da orayı tekrar hatırladım. Çanakkale’yi ziyaret ettiÄŸimde çevrenin o kahramanların ÅŸanına yakışır düzey ve düzenlemede olmadığını düÅŸünmüÅŸ,düÅŸündüklerimi geziye katılanlarla paylaÅŸtığım-da bana hak vermiÅŸlerdi. Fakat Bedir ve Uhud’u gördükten sonra, Çanakkale ÅžehitliÄŸi ve çevresini düzenleyenlere ve bakımını üstlenenlere buradan teÅŸekkür etmeyi kendimi borç bilmekteyim..
Aman Allah’ım(!) bu nasıl tarihi mekan anlayışı, savaÅŸ alanında açılan lüzumlu ,lüzumsuz yollar, ucube ve gecekondular , ortalığı kaplamış çöp yığınları ve ÅŸehitliÄŸi çevreleyen eski cezaevi görüÅŸ yerlerini hatırlatan demir ÅŸebekeler ve cam mı mika mı olduÄŸu anlaşılmayan eÄŸreti bir korungan ilgisizliÄŸin en açık örnekleriydi.. Gecekondular maÄŸaranın bulunduÄŸu Bedir Dağına dayanmıştı.. Okçular Tepesi üzerinde gezile gezile oldukça aşınmıştı. Ne kadar üzüldüÄŸümü anlatamam. Fakat iÅŸin daha acısı benimle beraber o mekanı ziyaret eden görevlilerin bu manzaralar karşısında pek de rahatsız olmadıklarını görmemdi; mevcut konumu sanki kanıksamışlardı. Zaten gelen ziyaretçiler rahatsız olsaydı, bugüne kadar önlemler alması için ilgili merciler nezdinde giriÅŸimler yapılırdı.
Ä°lerleyen günlerde sadece burada deÄŸil pek çok yerde tarihi mekanın yok edilmeye çalışıldığını ya da çöp yığınları ve dilenci istilasına uÄŸradığını gördüm. Yeri geldikçe onları da sizlerle paylaÅŸacağım.
Kıbleteyn Mescidi Hz. Resulullah(S.A.V.) döneminde O’nunda emeÄŸi ve maddi katkısıyla inÅŸa edilen mescitlerden biridir. Mescid-i Nebiye yaklaşık 5 km mesafede olup, ilk adı Ben-i Selime Mescididir. Rivayete göre Hz Nebi’yi ZiÅŸan Åžaban ayının 15. günü(Berat Kandili), öÄŸle veya ikindi namazını kıldırdığı esnada ikinci rekatın sonunda kıblenin Mescidi Aksa-dan Kabe'ye çevrilmesi ile ilgili ayetin gelmesi üzerine yüce Peygamber namazı bozma-dan o yöne yönelince cemaatte yönelmiÅŸtir.. ''Seni elbette hoÅŸlanacağın kıbleye döndü-receÄŸiz. O halde hemen Kabe'ye doÄŸru dön. Ey müminler siz de nerede olursanız olun (namazda) oraya doÄŸru dönün'' (Bakara) 2/144)
O tarihten sonra iki kıbleli mescit anlamına Kıbleteyn Mescidi denilmiÅŸtir. Pek çok yönetici döneminde onarım gören mescit 1987 yılında yeniden inÅŸa edilerek, bugünkü konumuna getirilmiÅŸtir. Kıble tarzında caminin teczinatıyla oldukça uyumlu estetik bir mihrabı bulunmaktaydı. Kuzeydeki ana giriÅŸ kapısının üstündeki hanımlar bölümünün hemen üzerinde kubbeye yakın Kudüs istikametine doÄŸru da, Bakara Suresinin 144. ayetinin bulunduÄŸu bir pano asılmıştır. Hat sanatının deÄŸiÅŸik örneklerinin bulunduÄŸu camiye Türk Hat Sanatının ünlü üstadı Hamit Aytaç’ın öÄŸrencisi Hasan Çelebi’nin imzasını taşıyan celi sülüs ve kufi hatlar ayrı bir güzellik katmaktaydı…
Hat sanatına her zaman ilgi duymuÅŸumdur. Bana harflerin resim sanatıyla buluÅŸtuÄŸu gizli bir dünya gibi gelmiÅŸtir. Hasan Çelebi’nin çok önceleri Türkiye’deki birkaç camide eserlerini görüp hayranlıkla izlemiÅŸtim. Daha sonra Kıbleteyn Mescidi, Mescid-i Nebi ve Cuma Mesci-dinde de çalışmalarının yer aldığını öÄŸrenmem, ÅŸahsına ve kalemine olan hayranlığımı daha da artırdı. SaÄŸlık ve afiyetle daha nice güzel çalışmalar dileÄŸimle; kalemine saÄŸlık üstat, bana o güzide mekânlarda çok güzel anlar yaÅŸattığın için teÅŸekkür ederim.
Yedi Mescitler Kıbleteyn’den ayrıldıktan sonra Yedi Mescitlere doÄŸru yöneldik. Ben yedi mütevazi mescid beklerken karşımıza iki minareli açıklıkları yaklaşık onbeÅŸ metreyi bulan dört kalın sütun üzerine oturan kubbe ve yan kolonlarla beraber yaklaşık 500 m2 alanı ,bir o kadar da avlusu bulunan bir camiyle karşılaÅŸtım. Orijinal ismiyle Mescid-i Seb’aa (yedi mescid) diye anılan mescitler, Hendek Savaşında Hz. Peygamber ve kolordu komutanları olan Hz. Ali, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Selman ve Hanımlar BirliÄŸinin Komutanı kızı Fatımatu’l - Zehra Hz’leri adına komuta çadırlarının kurulu olduÄŸu yerlerde hatıra olsun diye yaptırılan küçük birer mescitlerdi. Hz. Peygamber (S.A.V.) adına yaptırılan mescit de fetih mescidi olarak anılmaktaydı.
Osmanlı döneminden kalan yedi mescitten dördü 2003 yılında yıkılarak, yerlerine bu cami yapılmış, diÄŸerlerinden de sadece iki tanesi ayakta kalabilmiÅŸti.Fetih mescidi bir kayanın üzerinde kartal yuvası gibiydi.DiÄŸeride oldukça mütevazı küçük bir mescitti.Cami yapılmadan önce Yedi Mescidi ziyaret eden Ä°ranlıların Hz. Ali, Hz. Fatıma ve Hz. Selman-ı Farisi mescitlerine çok fazla ilgi gösterdiklerini, özellikle Hz. Salman-ı Farisi mescidinde namaz kılmak için birbirleriyle yarıştıklarını belirttiler. Bu konum biraz kavimciliÄŸe kaçmaktaymış.
Hendek Savaşı Hicretin 5. /M. 627 yılında tarihe Hendek Savaşı ya da Medine Muhasarası diye geçen savaÅŸ özetle ÅŸöyle gerçekleÅŸti: Medine’de bulunan NâdiroÄŸulları (Benî Nâdir) adındaki Yahûdî kabîlesi, Müslümanların her geçen gün daha da güçlendiÄŸini görerek, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)’e suikast düzenlemeye çalıştı, fakat amaçlarına ulaÅŸamadılar Böylece Müslümanlarla yaptıkları Medine SözleÅŸmesini bozmuÅŸ oldular. Bunun üzerine Benî Nâdir Kabîlesi Medine’den çıkarıldı. Bu kabilelin reisi, diÄŸer Yahudi kabile lideriyle ittifak yaptıktan sonra Mekke’ye giderek, Müslümanlara karşı müÅŸriklerle anlaÅŸma yaptı. Bunun üzerine Mekkeli müÅŸrikler ve müttefikleri Medine’de bulunan Müslümanların üzerine saldırmaya karar vererek, Ebû Süfyân komutasında büyük bir orduyla harekete geçtiler.
Bundan haberdar olan Peygamber Efendimiz, Ensar ve Muhacirden oluÅŸan geniÅŸ katılımlı bir meclis toplayarak konuyu görüÅŸmeye açtı. Toplantıda çeÅŸitli görüÅŸler tartışıldı ancak Selmân-ı Fârisî (r..a.) Hz. lerinin teklifi uygun görüldü. Teklif ÅŸöyleydi : Ä°ran’da yaÅŸadığı yıllarda ÅŸehirleri müdafaa edenler saldırganlar karşısında daha azınlıkta iseler, müdafaa için ÅŸehrin etrafına hendek kazarak ÅŸehri savunurlarmış. Medine’yi müdafaa için de derin ve geniÅŸ hendek kazılmasını teklif eder. Hz. Selman’ın bu teklifi beÄŸenilerek kabul edilir. HendeÄŸin kazılacağı yerler tespit edildiÄŸinde, ilk kazmayı Hazreti Resulullah (S.A.V) indirir. Daha sonraki kazılarda da bir iÅŸçi gibi durup dinlenmeden çalışarak, Müslümanları teÅŸvik eder.
Medine’nin iki yönü daÄŸlar, bir yönü de geçiÅŸe engel volkanik kaya ve taÅŸlarla çevrili olup, tek yönü saldırıya açıktı, hendek o istikamete kazıldı. Hendek bir atlının üzerinden atlayamayacağı kadar geniÅŸ ve devesi ve atıyla düÅŸen süvarinin içinden çıkamayacağı kadar derindi. Ebû Süfyân komutasındaki düÅŸman ordusu, birkaç koldan Medine üzerine yürür. Fakat karşılarında hendeÄŸi görünce ÅŸaşırırlar. Okla yapılan karşılıklı saldırı ve müdafaa bir ay sürer, Medineli Müslümanlar sayıca oldukça üstün Mekke ordusu karşısında aç ve periÅŸan yurtlarını kahramanca savunurlar.
Saldırgan ordudan hendeÄŸi, birkaç kiÅŸi ancak geçebilir. Bunlardan en azgını olan Amr isimli kuvvetli ve ÅŸöhretli bir pehlivandır. HendeÄŸi geçtikten sonra kendisiyle birebir sa-vaÅŸacak bir babayiÄŸit ister. Hz. Resulullah (S.A.V) kendi zırhını giydirerek karşısına Hz. Ali’yi gönderip, arkasından da secdeye kapanarak dua eder . Hz. Ali yiÄŸitlik göstererek ilk hamle sırasını Amr’a verir . Amr o kadar güç ve kuvvetle saldırır ki, Hz. Ali’nin kalkanı parçalanır ve kafasından hafif yara alır. Hamle sırası Hz. Ali’ye gelince, Yaratana sığınıp öyle bir darbe... Cuma Geceleri Nescid-i Nebi Bir BaÅŸkadır EÅŸim Bab-ı Nisa’ya yönelirken, eÄŸer fırsat bulursam akÅŸam namazından sonra Ravzayı ziyaret edeceÄŸim o nedenle yemeÄŸe geç kalabilirim dedi. Bende Babı- Selam’a yönelerek Ravzayı ve Hz. Resulullahı ziyaret etmeyi düÅŸündüm. Kapının önüne geldiÄŸimde kırmızı beyaz kalın bir bandajla giriÅŸe kapatıldığını gördüm. Daha akÅŸam namazına en az bir buçuk saat vardı, içerde çok fazla izdiham olduÄŸu zaman böyle yapılmaktaymış. Bir üst kapı olan “Bab-ı Ebubekir Es Sıddik” kapısına yöneldim. Biraz zor olmakla beraber oradan da Ravzaya geçiÅŸ vardı. Ä°çeriye girdiÄŸimde o bölgenin de oldukça kalabalık olduÄŸunu gördüm. Yerlerde sofralar seriliydi ,üzerlerinde bol miktarda hurma ve bardaklarda zemzem vardı. Bazılarının üstünde de ambalajlı yiyecekler bulunmaktaydı. GiriÅŸten itibaren herkes sofrasına buyur etmeye çalışıyordu. Elimi kalbimin üstüne koyarak hafifçe eÄŸilip “ÅŸükran/ teÅŸekkür” diyerek ilerliyordum; niyetim Ravzaya eriÅŸmek ya da o mekana yakın bir yerde akÅŸam namazını kılmaktı. Güçlükle Bab-ı Selam koridoruna ulaÅŸtım. Orada da yerlere sofralar serilmiÅŸti. Anlaşılan pek çok mümin oruçlu olarak gelmiÅŸti ve iftarını orda açmak istiyordu. Sofra davetçileri arasında küçük oÄŸlan çocukları dikkatimi çekti. GeniÅŸ koridorda ancak bir insanın yürüyebileceÄŸi kadar boÅŸluk bulunmaktaydı; O boÅŸluktan insanlar Ravzaya doÄŸru ilerlemeye çalıyorlardı. Ancak nafile, çeyrek saatte ancak iki direk arasını geçebildim. Israrlı sofra davetleri daha da yoÄŸunlaÅŸmıştı. Ben niyetli deÄŸildim, ayrıca sofralarda oturacak yerde yoktu. Derken ilk ezan okundu.ilk ezan güneÅŸ batar batmaz okunmaktaydı, dört-beÅŸ yaÅŸlarında bir çocuk beni ısrarla sofralarına davet etti ; Ben “ÅŸükran, ÅŸükran” diye teÅŸekkür etikçe o elimden tutup ısrarla çağırmaktaydı. Ben elinden kurtulup ilerleyince kollarıyla bacağımı sarmaladı. Artık kurtuluÅŸ yoktu, oraya çökmem gerektiÄŸini anladım, fakat sofrada yer de yoktu. Benim gülümseyerek yer aradığımı gören babası kalkarak yerini bana verdi. Kendisi ayakta kalmıştı ki sofrada baÄŸdaÅŸ kurmuÅŸ olanlar toparlanarak ona da yer açtılar. Ä°sminin Ahmed olduÄŸunu öÄŸrendiÄŸim çocuÄŸu yanıma çağırıp, kucağıma alarak sevdim. Çocuk o kadar sevimliydi ki anlatamam. Cebimden çıkardığım birkaç Riyali uzatımsa da almadı, babasına baktım başını asla dercesine iki yana sallıyordu. Kan ÅŸekerim düÅŸerse diye cebimde taşıdığım jelatinli minik meyveli bir-iki ÅŸeker vardı onları uzattım, yine almak istemedi, babası başıyla iÅŸaret yapınca alarak cebine koydu. Anladım ki o da oruçluydu. O an ne kadar utandığımı anlatamam. Ancak seferi olduÄŸumu hatırlayarak teselli buldum. Sofradakiler nereli olduÄŸumu sordular Türkiyeli olduÄŸumu söyleyince, “Ä°stanbul, Ä°stanbul ” dediler. Ankara’dan olduÄŸumu söyledim çoÄŸu gülümseyerek “ehlen ve sehlen” dedi. Sofra sahibi de tayyip ,tayyip deyince, ben baÅŸbakanı kastettiÄŸini sanarak Tayyip ErdoÄŸan dedim.Gülümsediler meÄŸerse güzel bir yerden olduÄŸumu söylüyormuÅŸ. Mescitteki ikram sahiplerinin çoÄŸunun Medineli olduÄŸunu öÄŸrendim. Anlaşılan misafirlere açtıkları sofralarla Nebiy-i ZiÅŸan’ın atalarına öÄŸrettiÄŸi ikram ve misafirperverlik kültürünü nesilden nesile devam ettiriyorlardı. Sofrada deÄŸiÅŸik ırklardan insanlar buluÅŸmuÅŸtu, onlarla da tanışıp tokalaÅŸtık. Namazdan sonra zorlukla da olsa Ravzaya yöneldim tıka basa doluydu. Hz. Peygamberi ziyafetten sonra Hz. Ebubekir ve arkasında Hz. Ömer’e yöneldiÄŸimde Zatı Paki’nın eÅŸimin anne tarafından dedesi olduÄŸunu hatırlayarak, “ Selamun aleyküm ya baba dedim” ve Fatiha okuyarak ayrıldım. EÅŸimin annesi Adıyaman’ın önemli ailelerinden Sarı Åžeyhin torunudur. Sarı Åžeyh Urfalı Osman Avni(Dede) Hz. yoluyla Tariki Kadiriyenin Rezzaki koluna baÄŸlıymış, soy ÅŸeceresi de Adıyaman’daki tekkesinin avlusunda metfun bulunan Hasan-ı Mekki Hz.’ne kadar uzanmaktaymış. Hasan-ı Mekki Hz. de Hz. Ömer’in üçüncü göbek torunuymuÅŸ. Eski adı Hısn-ı Mansur olan Adıyaman’ın fethinden sonra Mekke’den gelerek buraya yerleÅŸmiÅŸler. Sarı Åžeyh Hz.’nin Halifelerinden Besnili Hello Babanın oÄŸlu ve halifesi Mustafa Baba’dan bunları, daha o aileye damat olmadan dinlemiÅŸtim. O ailenin kızlarına talip olmamda biraz da dinlediklerimin katkısı bulunmaktaydı. Çok ÅŸükür büyük büyük dedesinin ruhaniyetiyle torunu Medine’de buluÅŸturabilmiÅŸtim. Adıyaman’daki tekke Mustafa Baba’nın oÄŸlu Abidin Baba tarafından yeniden yapılarak, Mevlana ve Yunus DerneÄŸi adı altında bir sivil toplum kuruluÅŸu olarak hizmet vermektedir. Hasan’el Mekki Türbesi de ziyarete açıktır. Yüce Allah Hz. Ebubekir ,Hz. Ömer, Hz. Ali , Hz. Osman (r.a.) ve onların Ä°slam’a hizmet vermiÅŸ bütün evlatlarından razı olsun. Mısırlı Bir Âlim Ve Türklere Övgü Ziyaretleri tamamlayarak Mescidin avlusuna çıkmıştım ki, 80-90 yaÅŸlarında, orta boylu, beli biraz kamburlaÅŸmış nur yüzlü bir zatla karşılaÅŸtım. Yanında refakatçi olarak tahminen 40-45 yaÅŸlarında onun gibi oldukça düzgün giyimli bir baÅŸka zatta vardı. Yanımdan geçtikleri sırada selam verdim; yaÅŸlı zat beni duymadı; genç olan onu durdurarak beni gösterip birazda yüksek sesle konuÅŸarak kendilerine selam verdiÄŸimi söyledi.
YaÅŸlı zat mahcup bir ÅŸekilde bana yönelip oldukça fasih bir Arapçayla selamımı alarak, bana Allah(C.C.)’tan rahmet dileyerek nereli olduÄŸumu sordu? Türkiye ve Ankara deyince bana daha da yaklaşıp iki eliyle saÄŸ elimi sıkıca kavradı.Elini öpmek istedim mani oldu. Politikacı olup olmadığımı sordu? Bu soruya yarı Ä°ngilizce yarı da Arapçamla cevap vererek emekli kamu yöneticisi olduÄŸumu söyleyince gülümsedi. MeÄŸer her ikisinin de Ä°ngilizcesi mükemmelmiÅŸ. Yakından yüzüne baktığımda beyaz sakalının altında toz pembe nurlu yüzü oldukça etkileyiciydi. Ben de nereli olduklarını sordum? Mısır dedi, ben Kahire mi dedim; başıyla tasdik etti. Ne iÅŸ yaptıklarını sorduÄŸumda dini ilimlerle uÄŸraÅŸan öÄŸretim görevlisi olduÄŸunu, yanındaki zatında yetiÅŸtirdiÄŸi akademisyen olduÄŸunu öÄŸrendim. “El Ezher mi ?” diye sorduÄŸumda, gülümsedi... Bu ayaküstü sohbette ne ben onları adlarını ne de onlar benim adımı sormuÅŸtu, sanki ezel ezelden tanışan kardeÅŸlerdik. Zaten Hac ve Umrenin bir amacıda buydu; deÄŸiÅŸik kültürlerde yaÅŸayan Müslümanlar birbirleri ile tanışıp kaynaÅŸmasıydı. Anladığım kadarıyla namaz sonrası Hz. Peygamber( S.A.V)’i ziyaret edeceklerdi. Hocayı fazla yormamak için “Ä°zni hi” diyerek, elini öpüp ayrılmak istedim. Yine mani olarak, elimi bırakmadan diÄŸer elini omzumun üstüne koyup gözlerimin içine bakarak fasih ve edebi Arapçasıyla Osmanlıları ve Türkleri öven birkaç cümle söyledi; anladığım kadarıyla, “Müs-lümanlar arasında birlik ve beraberliÄŸi nasıl Osmanlı saÄŸladıysa ÅŸimdide bu ittifakı saÄŸla-yabilecek ülkenin Türkiye olduÄŸunu” söylüyordu. Oldukça heyecanlanmış ve duygulan-mıştım; yardımcı söylediklerini Ä°ngilizceye tercüme etmeye kalkışınca anladığımı söyleyip, O’nunla da tokalaÅŸarak “bi Emanillah/ Allah(C.C)’a emanet” dileyerek ayrıldım. Ayrılırken yaÅŸlı zat elini kaldırarak Türkiye’deki Müslümanlara selam gönderdi. Otele dönerken tarifi imkansız duygular içerisindeydim. Necip Fazıl’ın dizeleri aklıma geldi: “ Eyvah eyvah Sakaryam sana mı düÅŸtü bu yük ,/ Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük / Ne ağır imtihandır başındaki ağır yük./ Binbir baÅŸlı kartalı nasıl taşır kanarya…” Evet, oldukça zor ve çetin bir imtihandaydı, ancak Sakarya bu yükü taşımak zorunda kalabilirdi... Yatsı namazından sonra eÅŸimle Hz. Resulullah(S.A.V.)’ın Türbesinin karşısında bir direÄŸin altında oturarak Salavat okumaya baÅŸladığımızda görevliler başımız dikilerek, daha önce bildiÄŸimiz teraneleri yeniden tekrarladılar. Bizde kalkarak bir arkadaki ÅŸemsiye direÄŸin altına geçtik. Çok geçmeden oraya da gelerek, “eÅŸimin kadınlar bölümüne gitmesini” istediler. Oradan da kalkarak en son ÅŸemsiye direÄŸinin altına geçtiÄŸimizde de daha rahatsız etmezler diye düÅŸündüm. Çünkü orası bant gererek çizdikleri sınırın dışıydı. Fakat boÅŸuna ümitlen-miÅŸim çok geçmeden bir baÅŸka motorize ekip gelerek oradan da kakmamızı istedi. Artık sabrım son noktaya gelmiÅŸti. BildiÄŸim Arapçayla yaptıklarının yanlış olduÄŸunu söylemeye çalıştımsa da ezberlerini devam ettirdiler. AyaÄŸa kalktım biraz sertçe ve Türkçe “bu hanım benim eÅŸim, gece gündüz beraberiz, ibadetlerimizi de beraber yaparız, burada da namaz kılmıyor, salavat okuyoruz, hangi hakla bizi birbirimizden ayırmak” istiyorsunuz dedim. Ä°kna olmadıklarını görünce bizden bir direk öne çektikleri bandı göstererek “çizdiÄŸiniz sınırları dışına çıktık daha nereye gidelim?“ dedim. Söylediklerimden bir ÅŸey anlayıp anlamadıklarını bilemiyorum. Ancak kararlı kesin ifadeler ve vücut dilimle gerekli mesajı vermiÅŸ olmalıyım ki, ayrılarak gittiler ve bir daha da geri gelmediler. Sabır ve sebatın her problemin üstesinden geldiÄŸini bir kere daha görmüÅŸtüm. Ayrılmak üzere ayaÄŸa kalktığımızda YeÅŸil Kubbenin büyüyüp gök kubbeye dönüÅŸerek, tüm Ä°slam Alemini kapladığını hayal ettim. O an” Sakarya Türküsünün” son mısraları da bir ırmak gibi hafızamdan dilime dökülmeye baÅŸladı. “Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz. / Sen kıvrıl ben gideyim son Peygamber kılavuz./ Yol onun varlık onun gerisi hep angarya / Yüz üstü çok süründün ayaÄŸa kalk Sakarya.” Sadece kayıtlı kullanıcılar yorum yazabilirler. Lütfen hesabınıza giriÅŸ yapınız veya kayıt olunuz. Powered by AkoComment 2.0! |