Sıradan bir günün sabahıydı. O günün okula gidilmeyen Cumartesi-Pazar olmasının bile fazla önemi yoktu benim için. Sadece tek bir şey önemliydi ve onu da şimdi söyleyeceğim. Sabah uyanmış, yüzümü evde sıcak su bulunmasına rağmen soğuk suyla yıkamayı tercih etmiş; buna rağmen uyanamamış, yarı uyuşuk bir vaziyetteydim. Durumumu, hepimizin başından geçmiş biri olarak tahmin edebiliyorsunuzdur.
Kahvaltı sofrasına oturduğumda gözlerim otomatik olarak araştırmaya geçmişti. Bu sandığınız gibi, neler yiyebileceğime, kahvaltıda beni nelerin beklediğine ilişkin bir araştırma değildi. Yemek yemeyi seviyordum ve iştahı açık bir çocuk olmakla ün yapmış sayılırdım. Fakat 1970’li yılların mütevazi bir ailesinin sofrasında fazladan, klasik zeytin ve peynirin yanında ne bulunabilirdi? Bu, bizde haşlanmış yumurta yahut annemizin ekmekler bayatladığında onları kurtarmak için yaptığı yumurtayla kızarmış ekmek demekdi. Fakat ben, uyuşukluk üzerimdeyken bir şey yiyebileceğimden bile emin değildim. Benimki daha çok okula gittiğimde yahut sokağa çıktığımda acıkıp işlerim bölünmesin diye yasak savmak kabilinden bir şeydi. Korktuğum başıma gelmişti, sofrada ekmek yoktu. Paniğe kapılmış gibi hızla ve takrar bakındım ve emin oldum: evet yoktu. Fakat niçin kahvaltıya oturmadan söylenmemişti bana? Anneme baktım, pek oralı görünmüyordu. Belli ki her gün ekmek aldırmak için yapmış olduğu onca mücadeleden yılmış, bu işi kendiliğinden halletmemi istiyordu. Kardeşime baktım, umursamaz görünüyordu. Evde ekmeğin olup olmadığının kendisini ilgilendirmediği belliydi. Ona gidip ekmek almasını söylemenin bir yararı yoktu. Gönülsüzce giyindim; ekmek parasını ve çantasını istedim. Annemin yüzünde gizlemeye çalıştığı bir memnuniyet ifadesi vardı. Yönteminin zaferini kendi içinde sessizce kutlamayı tercih etmişti. Fakat yüzümdeki yılgınlığı görünce sıkıntılı bir ifade takınmaktan geri durmadı. Kendisinin gün boyunca çocuklarının onca işini sessizce hallederken bizim bir ekmek alma işini problem haline getirmemizi ve iki kardeşin birbiriyle amansız kavgasıyla karşılaşmayı anlayamıyor, bunu emeklerine bir nakörlük olarak görüyordu. Fakat bunu üzerimizde baskı kurmadan tatlı dille çözmeye de özen gösteriyordu. Bazan onca şeye nasıl sabır gösterdiğne ben bile şaşar, kendi kendime yaptığım bunca eziyeti haketmediğini düşünürdüm.
Dışarıda ılık bir bahar havası vardı. Kiraz ağaçları çicek açmış, hafif esen rüzgarda ortalıkta kar gibi savruluyorlardı. İnsana yaşama sevinci aşılaması gereken bu ılık beyazlık bile sıkıntımı haifletmedi. Beni bekleyen 15-20 dakikalık bir yol vardı. Patikadan merdivenleri ikişer-üçer atlayarak hızla aşağı doğru koşacak ve bakkala ulaşacak; sonra onca merdiveni tekrar tırmanacaktım. Eve döndüğümde annem ‘ne çabuk geldin?’ diyerek beni şımartacak, yapılması güç bir iş yapmışım havasına sokacaktı. Sıkıntım, yoluma çıkacak yabancı çocuklarla kavga etmek zorunda kalmaktan da kaynaklanmıyordu. Bununla baş etmeyi az-çok öğrenmiştim. Bazan dayak yiyordum ancak korkup tırsmadığımı görmüşler, bunun için her zaman sataşamıyorlardı. Benim derdim bunlardan başkaydı.
İlk köşeye yaklaştığımda yavaşladım. Yolu kaplayan dikenlerin ucundan kendimi göstermeden ilerideki açıklığa baktım. Birden kanın beynime sıçradığını hissettim.Nihayet uyanmıştım. Şimdi üzerimde uyuşukluktan eser kalmamıştı. Evet oradaydı. Üstelik benim geçeceğim yere çok yakındı. Bahçenin yola uzak köşesinde durduğunda koşarak ve bana yetişinceye kadar geçebiliyordum. Fakat şimdi bu imkansızdı. Ne yapmam gerektiğini düşünmeye başladım. Belki biraz beklersem uzaklaşır, bu arada ben de geçmiş olurdum. Başka bir yol daha vardı geçip gitmek için, ancak çok uzatıyordu mesafeyi. O kadar zaman harcayamazdım.
Nereden bulaşmıştı bu horoz bana! Aslında mahallenin diğer çocuklarına böyle davranmıyordu. Onları ne kovalıyor, ne de onlardan kaçıyordu. Hatta karşılarına geçip meydan okuyor, kasıntılı kasıntılı bakıyor fakat saldırmıyordu. Benden hoşlanmamıştı. Beni nerede yakalarsa üzerime saldırıyor, ısırmaya çalışıyordu. Bir seferinde dalgınlığımdan yararlanıp gagasıyla ayağıma vurmuş ve kızartıp acıtmıştı. Bu kızarıklık günlerce geçmemişti. Mahallenin diğer çocukları görüp gülüşmüşlerdi. Bu saldırının insanı aşağılayıcı bir yanı vardı. Ve ben, horozdan korku duymama rağmen, bunu diğer çocuklara belli etmek istemiyordum. Onlar arasında eğlence konusu olmak demekti bu. Anneme söylemek de komik olurdu. Annem bir köpekten korkmayı anlayabilirdi, ancak bir horozdan korkup kaçmak, böyle bir olayla anılmak hiç iyi bir şey değildi benim için.
Çilli Horoz’u aslında ilk gördüğümde sevmiştim. Dikkatimi çektiğinde kenarda durup uzun uzun hareketlerini izlemiştim. Zaten ilk saldırısı da o zaman olmuştu. İri, kırmızı bir vücudu vardı. Yanındaki tavuklarla bahçeye yayılır, onların yanında kral gibi dolaşırdı. Tavuklar yem bulmak için sağa-sola saldırır, küçük şeyler için birbiriyle kavga ederken o etrafı gözler, herbir hareketi dikkatle izlerdi. Bazan çıkardığı seslerle yanındaki tavuklara mesaj verdiği açıktı. Yem hırsıyla fazla açılanları çağırır dağılmalarının ve gözden kaybolmalarının önüne geçerdi. Tavukların ne kadar aç gözlü ve doymaz olduğuna dair atasözlerini duymuştum. Fakat çilli horoz sanki bunları hiç bilmezmiş gibi, gözü hiç yemde olmazdı. O kadar az yemesine rağmen bu kadar iri bir vücuda sahip olması şaşırtıcıydı. Tavuklar arasında yem yüzünden meydana gelen münakaşaları da o çözerdi. Kimsenin ona itiraz ettiğine rastlamamıştım. Haksız bulduğu tarafa gagasıyla vurur gibi yapması yetiyor, yanından süratle uzaklaşınca kavga da bitiyordu. Bende hayranlık uyandıran yönü buydu işte. Kimseden korkmuyor ve saygın konumunu sürdürüyordu. Çok guruluydu da...Yem için çıktığı bahçede ağzını bir kere bile yere vurmuyor, kazara bir şey bulsa bile onu da diğer tavuklara, çağırarak ikram ediyordu. Başkalarına dağıtmanın, verici olmanın üstün ve saygın kılan yanını o zaman görmüştüm. O da diğer tavuklarla yem kavgasına girse, aç gözlülükle saldırsa sanırım sürü üzerinde hiç bir otoritesi kalmazdı. Bunun dışında sürekli çevreyi kolaçan etmekle meşguldü. Bunu yaparken öyle bir edası vardı ki, sanki bütün dünyaya meydan okuyordu. Bir ayağını kaldırıp yere koyana kadar saniyeler geçiyor, sonra diğer ayağını kaldırıp yaylanarak yürüyordu. Bir kabadayının yürüyüşünü andırıyor, adeta her bir adımıyla bir kıtayı fethediyordu. Ara sıra uzun bağırması da işin cabasıydı. Bazan tüylerini kabartıyor ve kavga etmeye hazır bir hal alıyordu. O zaman zaten iri olan gövdesi daha korkunç görünüyordu. Mahallede başka horozlar da vardı fakat çilli horoz bambaşkaydı. Çünkü şimdiye kadar ona kafa tutan, onunla döğüşmeyi göze alan olmamıştı. Kendini tanımayan yeni bir horozla karşılaştığınmda ok gibi yerinden fırlayıp kovalıyordu onu. Düşünmesine, ne oluyor demesine bile fırsat vermiyordu. Ondan sonra da diğer horoz asla oraya yaklaşmaya cesaret edemiyor, onun hakimiyetini kabullenmiş oluyordu. Bu öldüresiye bir düşmanlık değildi. Sadece kendi sınırlarının dışına atıp burası benim bölgem demek içindi sanırım. Ben çilli horoz’u dikkatle izliyor, bu kadar kasılmasına bir anlam veremiyordum. Bu havayı kime yapıyordu acaba? Yanında duran tavuklar bir şeyin farkında değilmişler gibiydi. Eğer bize yapıyorsa bu da pek anlamlı değildi. Evet davranışları bana korku veriyordı ancak ben onun düşmanı değildim ki! Beni niçin korkutmaya çalışsın?
Bu arada küçük bir civciv yanıma kadar yaklaştı. Annesi yavrunun uzaklaştığını fark etmemişti. Ben fırsatttan istifade yavruyu yakalayıp sevmek için hamle yaptım. Annelerinin tehlikeli olduğunu biliyordum fakat nasıl olsa beni görmezdi. Tam elimi atıp yavruyu yakaladım fakat avazı çıktığı kadar bağırmaya başlamıştı. Sevmeye fırsat bulamadan durumu fark eden horozun üzerime doğru koştuğunu gördüm. Bunun bir saldırı anlamına geldiğini daha önce seyrettiğim horoz kavgalarından biliyordum. Yavruyu bırakıp can havliyle koşmaya başladım. Horoz yavrunun yanına geldiğinde beni takip etmeyi bıraktı. Onu alıp annesinin yanına götürdü.
Fakat hadise burada kapanmamış meğer. Bundan sonra Çilli Horoz nerede benimle karşılaşsa düşmanca bakıyor, saldırı pozisyonu alıp saldırıyordu. Ben özür dilemek ve dost olduğumu göstermek maksadıyla en sevdiği yemek olan mısır taneleri götürüp sundum kendisine. Fakat bunları kendisine doğru yemesi için atmamı bile düşmanca bir tavır olarak değerlendirip, taş atıyormuşum gibi kaçtı ve sonra üzerime saldırdı. Önce ‘taş atıyorum zannediyor galiba’ diye düşündüm. Mısırları dikkatlice yere koyuyor ve geri çekiliyordum. Fakat o yine de bıraktığım bu mısırlardan bir tane bile almadı. Diğer tavukları çağırıp onların yemesine müsaade ediyor, fakat kendisi yemiyordu. Beni düşman bellemişti ve bu düşmanlığını bitirmeye hiç niyetli görünmüyordu. Ondan özür dileyecek, yaptığım hatayı affettirecek ve düşmanı olmadığımı bildirecek başka bir yöntem aklıma gelmiyordu.
Bir horozun düşmanı olmuştum. Ve şimdi o tam yolun yanında sanki benim geçeceğimi haber almış gibi bekliyordu. Dakikalar geçmesine rağmen hala oradaydı. Umutsuzca bakındım, yukarıdan yaşlı bir amca geliyordu. Onun yanına saklanarak geçme ihtimalim vardı. Adam yaklaştı, ben de yanına sığındım. ‘Saldırıyor mu sana?’ dedi. Durumun anlaşılmasından mahçup bir edayla ‘evet’ dedim. Bak dedi sen ona saldırırsan , sana bir daha ilişemez. İşin sırrı burada dedi. Ben şaşırmış bir şekilde ‘gerçekten mi?’ dedim. ‘Evet’ dedi. Horozlar böyledir. İşin bütün tılsımı budur. Horoz bütün kasılmalarını, o sana anlamsız gelen büyüklenmeleri bunun için yapar. Böylece tehlikeyi üzerine davet etmez. Tehlike oluşmadan önlemek ister. Tehlike geldiğinde gücü yetmeyeceğini bilir. Onun için, onu gelmeden bertaraf etmeye çalışır. Şimdi eline şu çubuğu al ve üzerine doğru koş, kaçtığını göreceksin.
Ben karasızdım. Fakat adam kendinden çok emin görünüyordu. Horozların insanların üzerine ve gözlerine atladığını biliyordum. Beni en çok korkutan şey buydu. Bir horozun aptalca düşmanlığından ömür boyu kör olarak yaşamak gerçekten acı ve anlamsız olurdu. Ancak bu kan davasını da bitirmek gerekiyordu. Ömrümü bu horozla savaşa harcayacak değildim. Adam beni tekrar cesaretlendirdi. ‘Hadi!’ dedi, ‘bak korktuğun gibi olmayacak. İş tılsımı bozmakta. Saldırıyı sen yapıp bozmalısın onun havasını, gerisi kendiliğinden gelecek!’.
Elime verdiği değnekle hızla horoza doğru koştum. Aradan çok uzunmuş geçen kısa bir sürede horozla gözgöze geldik. Ne olduğunu anlamaya çalıştı. Kaçıp-saldırmak arasında ikircikli kaldığı belliydi. Bu sürede ben de ‘ya kaçmaz, saldırısa’ diye tereddüde düşmüştüm. Her ikimiz de bir birimizin zaafını yakalamıştık. Fakat özellikle bu yabancının yanında benim geri çekilmem mümkün değildi artık. Bu alay konusu olacak meseleden kurtulmalıydım. Horoz da tehlikenin boyutunu fark etmiş, pek isteksizce kaçmıştı. Fakat hala kesin bir mağlubiyet edasında değildi kaçışı. Ben durunca o da durdu. Yani meydan okuması devam ediyordu. Fakat saldırmadı da. Demk tılsımını bozmuştum.
Çilli Horoz bir daha bana saldırmadı. Bu olay da çocukluğumda tatlı bir anı olarak zihnimin derinliklerine yuvarlanmıştı. Bir horozu yenmiş olmakla öğünecek, sağda solda anlatacak değildim ya! Ta ki büyüyüp, çoluk çocuğa karıştıktan sonra karışılaştığım ciddi bir tehlikeye kadar.
Evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış ve esnaflık yapıyordum. Ailede esnaf-tüccar kimse olmayınca bütün tecrübeyi kendiniz ediniyorsunuz. Tecrübe denilen şey de bu zaten. Yapılan yanlışlıklar sonucu elde ettiğiniz zararlar.
Bütün dikkatimi işimi geliştirmeye vermiştim. Belki bu nedenle ve şimdi burada anlatmanın uzun süreceği başka şeylerden dolayı dışa kapanmış, kendi iç dünyama çekilmiştim. Çevremden çeşitli eleştiriler almama rağmen bu içe kapanma uzun süre devam etti. Bu esnada tanıştığım ve iş yaptığım birisine, iyi niyetli gördüğümden dolayı yardımcı oluyor, kendi çevremden iş veriyordum. Yani adama iyilikten başka bir şeyim dokunmamıştı. Günün birinde müşterek yapabileceğimiz bir iş çıktı. Bunun için benim maddi duruma kefaletim gerekiyordu. Yani sermaye benden olacak, emeği o verecekti. Nihayet işe başladığımızda bunun yanlış bir yatırım olduğu kısa zamanda anladım. Ben vaz geçmiştim. Henüz fazla yol alınmadığından, vaz geçmek daha az zarar anlamına geliyordu. Buna karşılık kefalet senedini getirmesini istedim. Getireceğini, şu anda yanında olmadığını söyleyerek gitti. Ben de neredeyse olayı unutmuştum. Meğer senedi icraya vermiş. Tebligat için gelecek postacıyla aralarında nasıl bir anlaşma olmuşsa, tebligat bana itiraz süresi geçtikten sonra ulaştı. Böylece borç kesinleşmiş ve kaçınılmaz hale gelmişti. Yaptığı hareket anlamsız ve çok düşmancaydı. Üstelik bunu şimdiye kadar kendisine iyilikten başka bir şey dokunmamış olan birine yapıyor, intikam duygularını iyice depreştiriyordu. Bir kaç kez konuşup, kendisine bunları anlatmayı denedim; her seferinde kaçtı. Sonunda alacak için icra memurlarıyla karşılaştığımda olayın ciddiyetine vakıf oldum.. Neticede istenen miktarı ödemeye mecbur kaldım. Can evimden vurulmuştum.
Bunun niçin olduğu üzerine düşünmeye başladım. Belli ki insanları fazla tanımıyordum. Her insanın iyi niyetli olmayacağını anlamıştım. Fakat bu ders bana pahalıya malolmuştu. Aklıma çocukluğumun Çilli Horoz’u geldi. O, etrafını sürekli kolaçan ediyor, daima kavgaya hazır bir tarz sergiliyor; poz yapıyordu. Çevresinde o anda düşmanın olup olmaması önemli değildi. Belli ki sürekli izlendiğini, takip edildiğini düşünüyor, bu nedenle her zaman güçlü ve atik olduğu mesajını veriyordu. Bir horoz olmasına rağmen görünmez tehlikelere karşı bile hazırlıklıydı.
Adam haksız ve kötüydü. Tavrı da düşmancaydı. Aslında hiç te öyle kötülük yapmaya muktedir bir insan tavrı taşımıyordu. Olayın bu hale gelmesinin önemli bir nedeni de bendim. Benim sessiz ve zayıf görünümüm tehlikeyi davet etmişti. Toplumda her zaman böyle insan avcıları vardır. Gözüne kestirdiklerine güçlerini denemekten geri durmazlar.
Çilli Horozdan bunu öğrendim işte: İnsan tutum ve davranışıyla silik bir kişilik sergileyerek görünmez düşmanlarının iştahını çekmemeli üzerine.
Yorum
Sadece kayıtlı kullanıcılar yorum yazabilirler. Lütfen hesabınıza giriş yapınız veya kayıt olunuz.