Hukuk fikri Ä°slam’da Kur’an ve Sünnetle baÅŸlamış ve Ä°slam’ın hukuki yönü bunlarla tespit olunmuÅŸtur.
Kur’an ve Sünnetin otoritesi dışındaki bütün otoriteleri reddetmekle Ä°slam, hukukunu hem kavram yönünden ve hem de uygulama kabiliyeti bakımından çeÅŸitli yabancı yabancı tesirler yığınının oluÅŸturduÄŸu terekeden kurtarmış ve böylece bütün Müslümanları, Allah’ın kelamı olduÄŸuna inandığı Kur’anın içeriÄŸi ve onun Hz. Peygamberin “sünnet”i içinde yapılmış tefsiri ile yüz yüze getirmiÅŸ oluyor. DiÄŸer bir ifade ile vahiy ve peygamberlik karşısında bulunuyoruz, Ä°slam deyince… Santillana’nın ifade tarzı içinde, (Ä°slam’a göre) “topluluÄŸun an yapısını teÅŸkil eden hukuk, Allah’ın peygamberi vasıtasıyla açıklamış olduÄŸu iradesinden baÅŸkası olamaz” (1). Bu, bir hukuk kaynağı olarak Ä°slam’ın tavsifi ile ilgili ÅŸu iki mühim meseleyi ortaya çıkarıyor:
a- Vahiydeki hikmet ve onun açıklamasındaki rol veya genellikle söylendiÄŸi
Yunanca “tanrı” manasında “theos” kelimesinden müÅŸtak (üreme) bir kelime olan teokrasi, doÄŸrudan doÄŸruya veya bir ruhban sınıfı aracılığıyla tanrı tarafından yönlendirilen hükumet veya devletlere iliÅŸkin (2) müphem bir kavramdır. GeçmiÅŸ yüzyıllar, bu idare sistemini esrarlı bir hava ile karanlık bir dehÅŸet ve kötülük zeminine oturtmuÅŸ bulunuyor. “Ä°slami Devlet” kavramı da ister istemez sırf bu adlandırma sebebiyle, görünürde benzer bir unvan olan teokrasiye iliÅŸkin ifadelerden mutazarrır olmak durumunda kalmıştır. Gayrı Müslim yazarların bu meseleyi anlamadaki baÅŸarısızlıklarından daha az olmayan bir güçlük, Batı tarihinin birçok Müslüman yazar üzerindeki etkisinden doÄŸuyor… Oysa ki Müslümanlığın,ister bir ÅŸahıs isterse bir müessese olsun, hiçbir cismani varlığa Allah’ın temsilciliÄŸini iddia etmek hususunda salahiyet vermemiÅŸ olması sebebiyle, devlet ve kilise arasındaki uzun Batılı mücadele, Ä°slam düÅŸüncesine yabancı bir mahiyet taşımaktadır. Allah Allah’tır, insansa insan. Hz. Peygamber bir vahiy taşıyıcısı idi ve vahiy de Hz. Peygamber’in vefatıyla sona erdi. Hz. Muhammed’in geride bıraktığı ilahi kurallar, Allah’ın kuralları olmakla beraber Allah’ın (zatı) deÄŸildirler. Onlar bütün anlatım maksatları için müÅŸterek olan dil kaideleri içinde beÅŸer örneÄŸi Hz. Peygamber vasıtasıyla Arapça olarak vahiy ve naklolundular.Hz. Peygamber ise her ne kadar mükemmel de olsa nihayet bir insandı (1) ve (her insan gibi) ebediyete irtihal etti.Geriye kalan, müminlerin tatbikatta sıkı sıkıya yapışacakları emirlerden baÅŸka bir ÅŸey olmayan ilahi kurallardır. Müslüman’ın inancı hiçbir kimsenin, hiçbir zümre veya teÅŸkilatın Allah ile hususi bir münasebet tesisi için imtiyaz sahibi veya onun adına konuÅŸmak hususunda özel bir hak sahibi olmadığıdır. Allah insanlara, yalnız peygamberler vasıtasıyla hitap etmiÅŸ olup, bunlar dışında diÄŸer bütün insanlar eÅŸit mevkidedirler. Müslümanlar ilahi hükümlerin tefsir ve tatbikinde de diÄŸer herhangi bir hukuk kanunnamesinde olduÄŸu gibi farklı düÅŸünebilmektedirler. Bu hükmün ötesinde baÅŸka hiçbir otorite olmadığı gibi, hükmün otoritesi de metninin ifade ettiÄŸi ve insan düÅŸüncesinin kavrayabileceÄŸi kadardır. Batının teokrasi anlayışının tam tersine Ä°slam, iman sahasında Allah ile insan arasındaki tüm benzetmelere karşı bir isyandır. Bütün insanlar beÅŸerdir ve hiçbir insan da hatasız ve noksansız deÄŸildir. Bu (durum) Louis Gardet’in Ä°slamı karakterize etmek için söylemiÅŸ olduÄŸu “une theocratie laique et egalitarie” (2) ÅŸeklindeki garip ifadeyi izah edebilmektedir. Bu garabet, ne laik ne de teokratik olan bir ideolojiyi anlamak hususundaki aczi açığa çıkarıyor. Ä°slam’ın tarifini Batılılar için güçleÅŸtiren hadise, bu paradokstur. Mamafih Prof. Gibb: “Ä°slam, ilk aktivitesini ve en mütekamil ifadesini teolojiden çok hukuk alanında bulmuÅŸtur. Bu Ä°slam toplumunun pratik eÄŸiliminin ve düÅŸüncesinin bir özelliÄŸidir.” (3). derken böylesi bir tarife çok yaklaÅŸmıştı . Prof. Gibb’in vermiÅŸ olduÄŸu bu husustaki izahata ve Müslüman toplumunun sonradan hayli zarar gördüÄŸü sapmalara raÄŸmen, iÅŸaret olunan bu “ilk aktivite”nin, Ä°slam’ın peygamberi, yani sahih takdimini ifade ettiÄŸine dikkat edilmelidir. Ä°nsan için pratik bir test ve fiili iman kıstası olarak bir fantezi olan teolojik düÅŸünceden ziyade, kendi inancına uygun bir hayat sürmesini temin edecek olan hukukun öngörülmüÅŸ olmasının bir deha noksanlığı deÄŸil de - Müslüman’ın inandığı gibi – incelikli bir plan olabileceÄŸini de burada belirtelim. Ä°slam’ın karakteristik hususiyetini bir takım esrarlı çıkışlar deÄŸil, bir hareket kodu olması belirler…
Müslüman telakkide din, Allah’la kul arasında tamamen hususi bir hadise deÄŸildir. Bir hususilik vardır ve aslında bütün dini aktivitenin esasını bu hususiyet teÅŸkil eder. Fakat bu hususiyet içinde bile fert, herkes üzerinde zorlayıcı olan hukuk sistemini de içerir. Bu hususiyetin bir kimsede veya bir zümrede herhangi bir dokunulmazlık tesis etmesi asla kabul edilemez. Hz. Muhammed’in Müslümanlar üzerindeki otoritesinde bile kendisine indirilen vahiyle,bir insan olarak ÅŸahsı arasında açık bir çizgi vardır. Tabiilerinin Hz. Muhammed’in peygamberliÄŸine olan tam imanları kendisinin bir beÅŸer olduÄŸu idrakiyle el ele yürümüÅŸtür. MeÅŸhur Bedir muharebesinde(4) kendilerine soruldu: “mevzilendiÄŸimiz bu yer Allah’ın (vahiyle) seçmiÅŸ olduÄŸu bir yer midir yoksa bu sizin planınız mı?” Hz. Peygamber, “Bu sadece benim bir planımdır.” Diye cevap verdiler. Bunun üzerine El-Hubab Ä°bn-il Münzir: “Bu bana uygun bir mevzilenme gibi görünmüyor” dedi ve izah ettiÄŸi sebepler tahtında bir baÅŸka mahal önerdi.Bu izaha kani olan Hz. Peygamber, Müslüman ordusunun mevzi deÄŸiÅŸtirmesini emrettiler.
Bir davayı hükme baÄŸlarken Hz. Peygamberin söylemiÅŸ olduÄŸu ÅŸu meÅŸhur sözleri çok daha sarih: “ Olabilir ki bazılarınız davada hakkını ispat edememiÅŸtir. Ben sadece bir insanım. EÄŸer hükmüm yanlış olarak layık olmayana teveccüh ediyorsa, bu onu yalnız Cehenneme götürecektir.”
Ä°lk halifeler hukuk üstü deÄŸil de hukuka tabi idareciler olarak pozisyonlarını tasrih hususunda daima dikkatli idiler. Halife, bir kimsenin yerine geçen (halef) manasını ifade eden Arapça bir kelimedir. Halifeler, ümmetine bırakmış olduÄŸu emirleri icra etmek üzere Hz. Peygamberin yerini almış olduklarının ÅŸuuru içinde ona halef olarak nasb edilmiÅŸlerdi. Artık vahiy sona ermiÅŸ olduÄŸuna göre halife, bütün cemiyet tarafından idari ehliyeti göz önüne alınarak seçilen bir insandan öte bir ÅŸey deÄŸildi. Hz. Ebubekir, ilk halife olarak seçildiÄŸi “saqife”deki (Medine’de bir yer) ümümi toplantıda: “aranızda en layık olanınız olmadığım halde idareciliÄŸinize getirilmiÅŸ bulunuyorum. DoÄŸru olduÄŸum zaman bana yardım ediniz. Fakat yanıldığımda beni düzeltmelisiniz.” (1) diyerek görevi deruhte etmiÅŸti.
Bununla beraber Kur’andan yanlış bir iktibas, vahim yanlış telakkiler doÄŸurmuÅŸ bulunuyor. Halife kelimesi Kur’anda “halef” veya “vekil” manasında iki yerde kullanılmıştır. (2) Bu kelime çoÄŸul halinde diÄŸer altı ayette ve fiil hali “istahlefe” ve “halefe” ise diÄŸer sekiz ayette geçiyor. Ama bunlardan hiçbiri halifeyi Allah’ın vekili olarak tavsif edenlere bir delil-hüküm teÅŸkil etmemektedir. Bu ayetl.erden birincisi, daha ziyade, bir baÅŸka ÅŸeye delil teÅŸkil ediyor. Ayet ÅŸöyledir: “Ve Rabb’in meleklere: muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacağım dediÄŸi zaman, melekler: ‘biz seni hamd ile tesbih ve takdis edip dururken orada bozgunculuk yapacak, kanlar dökecek birini mi var edeceksin?’ dediler. Allah, “sizin bilmeyeceÄŸinizi herhalde ben bilirim’ demiÅŸti. Ve ademe bütün isimleri öÄŸretmiÅŸti…” (3).
Görülüyor ki: melekler bile Allah’ın ademe atfettiÄŸi halife kelemesinden herhangi bir uluhiyet manası anlamamışlardı. Hatta, “halife” kelimesi uluhiyet manasında herhangi bir ÅŸey ifade etmiÅŸ olsa, bu mananın Hz. Adem’in babası bulunduÄŸu ve modelini teÅŸkil ettiÄŸi bütün insanlara ÅŸamil olması gerekir. Halife kelimesinin kökü olan “HALEFE” , “bir kimsenin yokluÄŸunda yerini almak” manasını taşıdığından, lafız olarak olarak daima mevcut olan Allah ile irtibat halinde kullanılamaz. (Bu ayette Arapça’nın bir hususiyeti icabı sadece cümlenin geliÅŸi içinde manalandırılması gereken remzi bir ifade olabilir. Bu sebepledir ki, biz bu ayetlere “idareci” (4) kelimesini halife kelimesinin en iyi tercümesi olarak düÅŸünüyor ve böylece bu ayetten Allah’ın yaratığı olan Adem’e (ve onun ÅŸahsında bütün insanlığa) tevdi ettiÄŸi kuvveti anlıyoruz ki, insan bu kuvvetle diÄŸer mahlukatı hükmü altına almıştır. Hatta, bu manada Arapça halife kelimesi, bilhassa bu ayetlerde, “Peygamberin yerini alan kimse”den baÅŸka bir ÅŸeyi ifade etmeyen ‘peygamber halifesi’ ile karıştırılmamalıdır. Halifenin, “Allah’ın vekili” olarak yanlış tavsifi üzerinde durduktan sonra Prof. Gibb; ÅŸuna iÅŸaret etmek mecburiyetinde kalıyor: “…Fakat, teorilerinin mihrakında, her ne kadar izahlarında nadiren temas etmiÅŸlerse de, Müslüman fakihlerin pek iyi bildikleri bir tenakuz yatıyordu. Çünkü Müslümanların asıl baÄŸlılıkları imama (halife veya idareciye) deÄŸil de, doÄŸrudan Ä°slam kurallarınadır…” (1)
“Mohammedanısm” isimli eserinde Prof. Gibb; bunu birçok vesilelerle farklı ÅŸekilde tekrar etmek mecburiyetinde kalıyor: “doÄŸru” diyor, “bir zamanlar hilafet vardı fakat hilafet bir papalık sistemi deÄŸildi. Ve Emeviler zamanından beri de ilahiyatçılar ve hukukÅŸinaslar ona herhangi ruhi bir kuvvet atfetmeyi katiyetle reddetmiÅŸlerdi.”(3). Ve yine, “bozulmamış ÅŸekliyle Ä°slam’da halifenin tefsir edici bir fonksiyonu olmadığı gibi, dini bir kaide koyma kudreti de yoktu.” Diyor. Prof. Anderson, açık açık: “sultan veya halifenin görevinin Müslüman toplumunu harpte yönetmek ve sulhte o toplumun bir icra organı olarak hareket etmek olduÄŸu doÄŸrudur ama o, kutsal hukukun dununda olup üstünde deÄŸildir. Ve Allah’ın emrettiklerine de karışamaz” (5) diye belirtiyor.
Teokrasinin Avrupa orta çağındaki tahammül edilmez boyunduruÄŸunun tam tersine, Ä°spanyadaki Ä°slam Hukuku ile yönetilen devletin hür düÅŸüncenin belli bir merkezi haline gelmesi Ä°slam döneminde idi. Alfred Guillaume: “Batılı bilginler Felsefe, Matematik, Astronomi, ve Tıp öÄŸrenmek için Ä°spanya’ya giderlerdi. En eski Avrupa Üniversiteleri Ä°spanya’nın Ä°slam Üniversitelerinden edindikleri bilgilerle geri dönen bu bilginlere çok ÅŸey borçludurlar.” (6)
Kısaca, Ä°slami telakkinin asla “teokrasi”ye yol açmayacağı söylenebilir. Bunun basit sebebi, Ä°slamın din telakkisinin temelinde papazvari her hangi bir hiyerarÅŸinin mevcut olmayışıdır.
(1)Santillana, Ä°nstituzioni di diritto Musulmane Malichitta, Rome, 1926, -38, C. 1, s. 5
(2) The Concise Oxford Dictionary, s.1321.
(1) K. XVIII: 110
(2) Louis Cardet, La Cite Musulmane: Vile Sociale et Politique, Paris, 1954, s.31.
(3)H. A. R. Gibb, Mohammedanism, s.72.
(1) İbn-i Hişam, İkinci baskı, Naşiri Mustafa Halebi, Kahire, 1956, C.1, s.620
(4) The Holy Qur’an, Commentary by Muhammed Ali, s.17.
(1) El_Khudari, Tarih el-Umam el-Ä°slamiye, Arapça, C.1, s.170.
(2) K.II, 30 ve XXXVIII, 25-26.
(3) K. II, 30-31
(1) Gibb, Constitutional Organization, Treatisi in Law in The Middle East, s. 5.
(3) Mohammedanism, s. 20. (kitabının birinci sahifesinde yazar, Müslümanların, Hristiyan veya Hristiyanlığın Hz. Ä°sa’ya ibadet ve iman etmesi gibi Hz. Muhammede ibadet manası taşıması sebebiyle Muhammedan veya Muhammedanism tabirlerinden hoÅŸlanmadıklarını belirtiyor.)
(4) a.g.e., s. 96.
(5) J. N. D. Anderson, Reflections on Law, Natural, Divine and Positive, Westminister Carlton Hall’de tertiplenen Victoria Ä°nstitude’un 94. toplantısında konferans, 1 aralık 1956, s.14.
(6) A. Gullame, İslam, Pelikan kitapları, 1954, s. 85.
Sadece kayıtlı kullanıcılar yorum yazabilirler.
Lütfen hesabınıza giriş yapınız veya kayıt olunuz.